Non, Je Ne Regrette Rien / Hayır, Hiçbir Şeyden Pişman Değilim.

Erdal Ozan Metin’in yazıp yönettiği “Madam” adlı tek kişilik kadın oyunu[1] Sahne 367’de izleyicisiyle buluştu. Seyircisi demiyorum çünkü seyirlik bir iş değildi. İz sürmek gerekiyordu, koku almak, sezmek, temas etmek, duyumsamak gerekiyordu. Ve fakat oyun tüm bu avcılık meziyetlerine çağrı yapmasına karşın, sonunda avlanan izleyiciler oldu. Yazarın Fransız şarkıcı Edith Piaf için bir güzelleme olduğunu belirttiği oyun boyunca; sahnedeki mikrofonunun yanı başında daralıp genişleyen bir kadın yabani bir toplayıcı beslenme zinciri ile bizi kıskıvrak yakalıyordu.

Türkiye’de doğmuş saçma sapan şişman bir yazar benim hakkımda bir şeyler söyleyecek, birileri gelip onu dinleyecek, birileri bir tiyatroda onu izleyecek…”

Oyun metninin katmanlar, dehlizler, labirentler ve çıkmazlar örgüsü olarak tarif edebileceğim bir yapısı var. Girift bilmeyene karmaşık, bilenin ise hafızanın kuvvetine ihtiyaç duyduğu bir anlatı. Bu tercih sahnede yaratılan gerçeklikle tane tane karşılaşmaya olan alışkanlığımızı kesintiye uğratıyor. Oyuncu Naz Göktan’ın bedeninde yeniden ve ölü doğan Edith Piaf’ın duygu girdapları, akıl yürütmeleri ve ruh sürtmeleri uzun, kısa, hatta kesik cümleler boyunca birbirini kovalıyor. Pusula yok, Google Maps de.

Ortalama bir sahnede Edith Piaf gibi ikonik bir şarkıcı konu olunca seyirci koltuğunda beklentiler şu yönde olur:

  1. Sanatçının öz yaşam öyküsüne dair bir şeyler izleyeceğiz. Belki bir panorama ya da yakın bir kadraj kim bilir ama en nihayet hayatı hakkında birtakım bilgiler öğreneceğiz (Hayatının ucuz bir reprodüksiyonu işte, hah dönem makyajı da tamam).
  2. Sanatçının sanat yapma biçimine dair bir şeyler izleyeceğiz (Ki bu en sıkıcısı. Hayır, yani sanat tarihi okumak varken neden bir sahnede birtakım tiyatrocuların kuru gürültüsünü dinleyelim?).
  3. Sanatçının sanat kariyeri boyunca karşılaştığı güçlükleri izleyeceğiz (Sinirden tırnak kemireceğiz, acılarını duyumsayıp gözyaşı dökeceğiz ve dersler çıkarıp duracağız. Ben olsaydımlar, keşkeler, lanetler… Sonra boğucu bir sorumluluk duygusuyla yüklendikçe eksileceğiz. Bazıları yüksek motivasyon duvarına toslayacak falan. Tesadüfen ya da tavsiye üzerine oyuna gelmiş bir muhasebeci, sanatçıların ne kadar da tuhaf olduğunu ve baksana işte, bal gibi de normal olmadıkları için acı çektiklerini düşünüp bir oh çekecek).

“…size sizi anlatsam intihar edersiniz.”

Fakat “Madam” bu beklentilerin hiçbirini karşılamıyor. Erdal Ozan Metin Edith Piaf’ın hayatına dair detayları, mahalle restoranında sipariş verircesine iştahlı fakat bir o kadar kayıtsız bir biçimde aktarıyor bize. Sanat kariyerine sıra geldiğinde ise Fransız şarkıcı sahneden izleyicilere “Koskoca Edith Piaf’ım ben.” diye çıkışıyor. Şarkılarının mobil telefon zil sesi tonu yapılmasından ya da ucuz bir kafeye Fransız havası vermek için döne döne çalınmasından duyduğu tiksintiyi yüzümüze vuruyor. Sanatçının kategorik alegorileri aşarak, aşk ve kadınlık yaralarının kabuklarını kaldırışını, mutsuzluğun ve özgürlüğün sahiplenilişinden yana meyledip, toplumla kendi kimlik kavrayışı üzerinden hesaplaşmasını sahnede izlemek ise sarsıcı bir deneyim. Edith Piaf’ı dirilten oyuncu Naz Göktan’ın performansı göz dolduruyor. Kulak, burun ve boğaz dolduruyor. Bir bedende ne kadar delik varsa hepsini dolduruyor. Bir balon gibi şişeceği anı bekletiyor izleyiciye. Ama hayır, acı karşısındaki o güçlü geri çekilişleri, karakterin mayasında pusuda bekleyen toplumsal dayatmalarla uzlaşısı olmayan bir münazara hali yaratıyor. Deniz Atlı’nın kadın bedeninin postürüne dair ön kabullerin tüm dayanaklarını yıktığı ve oyuncunun salıncaktan aşıp ters yüz olan çizgi kahraman Inside-Out Boy misali içini dışına çıkardığı koreografisi çok etkileyici.

Oyunun utangaç lirik müziği ile bağlamın bağlarından kopmayan ışık, kostüm ve dekor tercihlerinin ortak ve özgür bir dil oluşturabilmiş olması nedeniyle “Madam” ekibini tebrik etmek gerekiyor. Oyun yönetimindeki miktar kontrolü Sartre’ın insanları dünyaya bağlayan ciddiyet halinin karşısına gündelik rutinin oyuncaklarını yerleştirip tartmakta oldukça başarılı. Project Hobiligırtlak’ın devam eden oyunlarında aynı ölçütler ve estetik tercihler üsluplaşırsa yeni bir anlatı potansiyeli de ortaya çıkacaktır diye düşünüyorum.

Zıtlıklardan kuvvet bulan fakat tutunmak için eşitlerini arayan bir oyun “Madam”. Oyunun tüm unsurları yer çekimine tutsak beden ile ona tutsak olan ruh bileşkesi matruşka algısını, kaygan bir zemine doğru tutarlı bir hız limitiyle sürüklüyor. Bedenin yaşam ve ölümle ilişkisi, işlev bozukluklarının ruh haline etkisi ve bedensel sınırların ihlali üzerine söylenmiş tüm o akademik serinkanlılıkları bir tarafa bırakıp üstelik. Kayıplar, bekleyişler ve hayatla oyalanmanın iç sıkıntısında eşitleniyoruz ve eşitlik bir arzu nesnesi olmaktan çıkıyor. Oyun sonrasında Edith Piaf’ın bedeninin iman tahtasındaki o enkaz çukurunun yerini kendimde yoklamaya başladığımı itiraf etmeliyim. Evet, oradaydı. Sızlıyordu. “Madam”ın tavsiyesi çukurun dibini görüp orada bir delik açmaktı. O zaman çukur boşluk olacak, hayat akıp gidecekti. Birikip taşmayacaktı. Debisi hoyrat, köpüğü bulanık olmayacaktı. Bu şifa umudu aklıma yattı.

“…kollarınız birinin, bir şeyin, bir yerin arkasında kavuştu mu işte dünya o aradaki boşlukta büyümeye başlar. Dünya daha keyifli dönmeye başlar. Güneş bir mesaiye başlamaz da keyifle çevirir sizin olduğunuz yere yüzünü. Sarılın. Dediğim gibi, sanata, insana, boşluğa. Çünkü elleriniz neyin arkasında kavuşuyorsa sizindir o.”

Kaldırım Serçesi’ni dinleyin: “Non, Je ne regrette rien!”

[1] “Kadın oyunu” diye bir şey mi var? Öyleyse bu “ Söz konusu oyunları erkekler oynayamaz.” demek mi?  Acaba bu “Kadın yürüyüşüne erkekler gelmesin.” diyen feministlerle benzer bir duruş olarak kabul edilebilir mi?