Röportaj | Kıvanç Kürkcü

Kıvanç Kürkcü ile keyifli bir sohbet gerçekleştirdik. İkinci video röportajımızda Bilgesu Erdem sordu, Kıvanç KÜRKCÜ cevapladı.

Kıvanç Kürkcü kimdir? Tiyatroya nasıl ve ne zaman başladı?

Oyun oynamayı, yeni dil üretmeyi seven biriyim. O yüzden oyunculuğu, işte sahneye çıkıp böyle formal bir şekilde tiyatro illa sahnede olmak zorunda gibi, algılamıyorum. Aslında her alanda her yerde, yani gündelik hayatta da böyle sürekli bir yeni dil üretmeyi, oyun oynamayı seviyorum, öyle tanımlayabilirim. Nasıl başladım? Lise zamanı Müjdat Gezen’e gitmiştim, orada kursiyer olarak başladım. Daha sonra oradaki oyunlarda yer almaya başladım. Orada başladım diyebilirim. Sonra konservatuvarı bitirdim Eskişehir’de.

Genç bir oyuncu olarak Türkiye’de tiyatro eğitimi hakkında ne düşünüyorsunuz? Sizi tatmin etti mi?

Aslında süreç içerisinde çok farkında değildim olayın ne olduğunun. Biraz böyle pata küte gitti yani, bence asıl problem de o oluyor. Yani çünkü okul daha sistematik ve aslında oyunculuğun bir sistematik haline getirilip getirilemeyeceği de bir problem. Ama işte her okul kendi ekolünü bir şekilde oluşturmaya çalışıyor yani. En sağlam olanlardan biri de Hacettepe’dir herhalde, çünkü ilk konservatuvar orada, Ankara’da kuruluyor. Ama o bile, kişilerin kendi inisayatifini kullandığı noktada bitiyor, o gelenekten kopulduğu anda bu sefer bir dallanma oluyor ve değişiyor ve bambaşka işlere sebep oluyor. Bizim okul mesela Eskişehir (Anadolu Üniversitesi) bu konuda iyice farklı, yani neredeyse her hocamız farklı bir dil gösterir ve sen aslında biraz kendi dilini oluşturmaya başlarsın. O açıdan benim en okuyabileceğim okulmuş, mezun olduktan sonra fark ettim. Seni kendi dilini oluşturmaya sevk ediyorlar. Yani seni bir kalıbın içine oturtmuyorlar. Bu iyi midir kötü müdür, süreçte göreceğiz biraz.

Neden tiyatro yapıyorsunuz?

İşte dediğim gibi ben oyun oynamayı sevdiğim için, sürekli bir yeni dil üretimi olduğu için. Var olan dillerin yetmemesiyle ilgili bir şey.

Sizce tiyatro toplumsal olarak bir işe yarar mı?

Yarar. Aslında toplumsalın içinden de doğar, şu andaki bu yabancılaşmamızın da sebebi o bence. Toplumla olan ilişkisinin kesilmesi, özellikle bizim kuşak için konuşabilirim, çok da ihtiyaç duymaz durumdayız yani aslında. Birazcık böyle öğrenilmiş bir şey olarak gidiliyor, hani “Tiyatroya gitmek iyidir.” falan diye gidiliyor. Ama niye gidildiği ya da nasıl izlenmesi gerektiği de bilinmiyor. Aslında tiyatroyla da ilgili değil, genel olarak bir soyut düşünce eksikliği olduğu için tiyatro da biraz böyle topal ilerler durumda şu anda. Geçmiş kuşaklardan bize kalanları taklit ediyor gibiyiz. Yani çok da günümüzü karşılamıyor aslında, sahnede göremiyoruz bir türlü. Kendi problemlerimizi göremiyoruz. Benim kişisel görüşüm -Shakespeare oynayalım, yine oynayalım tamam yani de- başka şeyler de oynayalım artık. Shakespeare uyarlamaktan da öte bir şey olmalı bence. Yeni yazarlar çıkmalı, şu dönemin sorunları nelerdir, onları biraz araştırıp onları ortaya koymamız gerekiyor. Yeni diller oluşması gerekiyor yine yani. Çünkü bulunduğumuz dönemden de dolayı tek bir ekolden, gelenekten bahsedemediğimiz için, artık herkes kendi durumlarını ortaya koymaya başladı. Yazarlarda da böyle bir şey olmalı, yani kalıplar halinde değil de artık, bu kalıpları kırmaya ve yeni şeyler oluşturmaya yönelik. Herkes artık kendi dilini oluşturacak, biz o yazarın ya da yönetmenin dilini izlemeye gideceğiz mesela. Yönetmen de çok önemli.

Çağdaş yerli tiyatro yazını hakkında ne düşünüyorsunuz?

Yeteri kadar cesur olunmadığını düşünüyorum, bir onaylanma ihtiyacı var sürekli hani. Mesela Devlet Tiyatrosu’nda bir oyun kabul edilmediği sürece sanki o oyun, oyun değilmiş gibi davranılıyor. Herkes kendi kuralını koymak zorunda artık, biraz öyle bir durum var. Çünkü orası başka bir sistem, onu birazcık anlamış olmalıyız. Ben bile şu yaşımda gördüysem herhalde, bu çoktan kabul edilmiş olmalıydı. Herkes kendi kurallarını koymalı. Bu çok küçülmüş durumda artık. İşte neredeyse elli altmış kişilere kadar düşen salonlarda paylaşılıyor ve toplamda en fazla beş bin kişidir belki o oyuna tanıklık eden, o oyunu paylaşan bu yeterli değil. Daha açılmalıyız, daha cesur olmalıyız yani. Ki bu sadece İstanbul ile sınırlı. Ankara’da bu kadar yazarlardan bahsedebiliyor muyuz, bilmiyorum çok. Ben bilmiyor olabilirim.

Günümüzde çok kabaca iki farklı yapma biçimi öne çıkıyor tiyatroda. Biri içinde ileri teknoloji aydınlatma ve ses sistemleri, gösterişli dekorlar hatta video mapping’ler barındıran çoklu ve büyük prodüksiyonlar. Diğeri kara kutu sahnelerde salt çıplak sahne ve oyuncu bulunan, metni ve performansı öne çıkaran yapımlar. Siz bu ayrımın neresindesiniz bir oyuncu olarak?

Öyle bir taraf tutma gibi değil de, oyunun biçim-içerik ilişkisi ile ilgili olarak düşünürsem, gerçekten kimi oyunlar beş yüz altı yüz kişilik salonlardan aşağı yerlerde olmuyor yani. Biçim-içerik ilişkisi, kendine problem ettiği şeylerle ilgili. O yüzden aslında her oyun yeni bir sistem geliştirdiği için, bir tarafında mıyım bilemiyorum. O sırada içinde bulunduğum oyuna bağlı aslında birazcık. “Oyunun hisleri nedir, nerede oynanmalı, kime seslenmeli?” o da çok önemli, hedef kitlesi.

Bu sezon Tatbikat Sahnesinde rol aldığınız oyunlardan da bahseder misiniz biraz?

Woyzeck Masalı var. O bildiğimiz Woyzeck metninin, bir rock müzikaline uyarlanmış hali. Meseleyi de daha sadeleştirerek, daha toplum-kişi ilişkisi üzerinden inceleyen bir oyun. Orada Doktor karakterini oynuyorum. Tüy Kalemler var, o da Sade’ın (Marquis De Sade) Charenton Hastanesi’ndeki süreciyle ilgili bir uyarlama. O da nispeten metni kesip biçerek yaptığımız bir şey. Yani daha doğrusu o geçen sene zaten oynanan bir oyundu, ben bu sene dahil oldum. Orada da Doktor karakteriyle yer alıyorum. Oradaki biraz daha farklı  tabii, başhekim falan derken, karakterden ziyade bir nosyon olarak sahnede yer alan bir durum. Bir saf iktidar durumu olarak geliyor gibi bir durum var. Pal Sokağı diye bir oyun yaptık. Onu maalesef şu anda oynayamıyoruz sahne bulma durumlarından dolayı. O da bildiğimiz Pal Sokağı Çocukları’nın bir uyarlaması. Şimdi de Delirium yaptık, o da Karamazov Kardeşler uyarlaması. Ankara’da oynuyoruz onu. İstanbul’da da oynayacağız gibi duruyor. Ona da yeni başladık. Orada da Smerdyakov-Uşak karakterini oynuyorum.

Kendi tiyatronuzu hayal eder misiniz hiç? Olsa nasıl bir yer olurdu?

Kesinlikle olacak! Bu demin de bahsettiğim her oyunda yeni bir dil oluşturma fikrinden dolayı, çıplak ve kimliksiz, daha sade bir mekana, hatta bu modern sanat müzelerindeki o sadelik ve çıplaklığa, o nötrlük durumuna ihtiyacım var. Hatta bizim mimaride bayılınan kolonlar vardır, o birazcık sinir bir durum aslında. Çünkü o bir karakter veriyor mekana. Öyle bir şeyden sıyrılmış ve tamamen bir dikdörtgen… Aslında bildiğimiz black box’a yakın yine ama fikir olarak ondan da uzak yani, hiç aslında alışık olmadığımız bir mekan  kurma fikrim var. Bir gün olacak inşallah bakalım. Yani o, o oyuna göre neyse ona göre biçimi değişebilecek, seyircilerin konumlanması, ışıklandırma… İşte yeni bir şey getirilmeli bence. Çok böyle bir müze hali var tiyatroda, insanlar böyle tanık olmaya gidiyorlar, çok içinde olunmuyor. Kopuk, çok bizim derdimizi anlatmıyor gibi hissediyoruz. Bunu da kimse dillendirmiyor garip bir şekilde yani. “Tiyatro mu, hmm ne güzel.” falan deniyor ama kopuk. Pek kendimizi göremiyoruz sahnede, birazcık buna ihtiyacımız var.

“Hay Bin Kunduz” adında bir müzik grubunuz var ve solo olarak da müzik yapıyorsunuz. Peki, müzik hayatınızın neresinde?

İşte onları çok ayırmıyorum. Oyun ve müzik diye ayırmadığım için, hepsi aslında iç içe yani. Müzik yaparken de aynı motivasyonu taşıyorum, orada da aynı motivasyonu taşıyorum. Hay Bin Kunduz liseden arkadaşımla kurduğumuz bir grup. O da aslında, aramızdaki küçük bir oyundan çıkmış bir şeydi, sonra adının gerektirdiği gibi, birazcık talihsiz bir süreci oldu onun. Ondan sonra, bir kayıt haline giremedik bir türlü falan. Bir de Eskişehir’deydik, orada imkanlar daha kısıtlı. Ama yine yaptık böyle. Mesela tiyatro oyunu da zamanla ilişkilidir ya hani… Mesela Delirium işte, iki gün oynadık ve bundan sonra oynamasak Delirium sadece ondan ve ondan önceki iki aylık süreçten ibaret. Oradaki insanlardan ibaret bir şey. Hay Bin Kunduz da biraz öyle bir şey oldu. Yani Kıraathane diye bir mekan vardı mesela, altmış yetmiş kişilik falan küçük bir mekan. Orada verdiğimiz küçük konserlerden hala bana ulaşan insanlar oluyor, “Ne güzeldi.” falan diye. Altmış yetmiş kişiyle ve o anla sınırlı bir şey yani. Çok da hatalı çalardık, çok da iyi müzisyenler değildik. Hala da çalışır durumdayız da, nispeten daha iyi durumdayız. Hata yapardık, detoneler, bir şeyler falan ama hani orada kaldı o. O yüzden kıymetli benim için. O stüdyo kaydından daha kıymetli, öyle bir sterillik yok yani.

Başka sanat dallarıyla ilginiz ne düzeyde? “El Sallar Kasandra Bana” adında bir blogunuz var, Yeşil Koltuk’lu Çakvın’lı. Hem söylüyorsunuz, besteliyorsunuz, yazıyorsunuz, hem de oynuyorsunuz. Sanatta sizi besleyen şeyler neler?

O da aslında birazcık yeni yeni fark ettiğim bir durum hani, dürüst olmakla ilgili. Yani kendine karşı dürüst olmakla, kendi hayatına karşı dürüst olmakla… Çünkü çok etkilendiğim sanatçılara da baktığımda, kendi hayatından, en dürüst şekilde parça bırakan insanlar aslında gerçek sanata, o öze ulaşıyor. O zaman hissedilebilir hale geliyor. Bize bir şey anlatmıyor. Kendi ruhundan bir parça bırakıyor ve gidiyor yani. Aslında o yüzden o yaşadığı sürece değil de, yaşadıktan sonraya biraz hizmet ediyor gibi geliyor bana. “Kasandra” da şöyle bir durumdu, o sırada yaşadığım olaylara farklı bir alternatif gerçeklik yaratma hissiyatı vardı, öyle bir ihtiyaç hissettim. Çünkü bir çıkmazda gibiydim, kendi sosyal durumumdan dolayı. Orada aslında her şeyi ben kuruyordum, yani böyle bir yönetmen ve yazarvari bir durum… Orada her şeyi ben kuruyorum, o dünyanın hakimi benim. Ama yine buradan geliyor onun kökü. Burada istemediğim bir durumu orada başka bir duruma sokabiliyorum. Nesnelerle ilişkim başka oluyor, o Yeşil Koltuk hala var zaten mesela hani. Ona bıraktığım durum ve ona verdiğim kimlikle, tamamen o dönemki hissiyatımı oraya koymuş oluyorum. Ha bu ne kadar yaşıyordur, ne kadar yaşayan bir problemdir, bu tartışılabilir bir şey. Ama bunun o bahsettiğim meseleyle ilgili olduğunu düşünüyorum, yani benden bir parça olduğunu düşünüyorum, çünkü yaparken düşünmüyordum. Kurduğum bir şey değildi o. Bir şeyler yaşıyordum hayatta ve orada onlara şekil veriyordum, karakterlerin adı değişiyordu falan. Birazcık öyle bir durumdu. Beslendiğim şeyler de bunlar aslında, kendi yaşadığım şeyler. Biraz öyle çıkıyor gibi. Yaşamadığın şeyi anlatamazsın çünkü.

Peki siz neler izlersiniz, neler dinlersiniz, kimleri okuyorsunuz, ne tür filmlerden hoşlanırsınız?

Özellikle ilk aklıma gelen, gerçekten bir “en”im, bir Amerikalı grup var: “Swans” diye, saf bir dil oluşturduklarına inanıyorum onların. Onlara ait bir durum var ve 16 Mayıs’tı galiba 2017’de geldiler konser için ve sadece bir müzik, konser diyemiyorsun ona yani. O başka bir şey. Galiba Proust’un bir cümlesiydi, sanat var olmayan bir dile çağrı yapar, gibi bir durum var. Gerçekten öyle. Yani adamlar yaptıkları müzikle seni bir dünyaya davet ediyor, oraya girip girmemek sana kalıyor tabii ki ama onlar o dünyayı sana oluşturuyorlar. Yaşanmış bir durum var yani orada. Hani kimlikler, ülkeler, kişiler de ötesi. O insanlarla da ilgili değil. Onlara ait bir öz var ve onu çıkartmayı başarabilmişler. Bunu da her disiplinde artık birazcık gözetmeye başladım. Edebiyatta da, tabii ki artık lafı bile edilmeyecek bence, Dostoyevski’den aldığım keyfi başka bir şeye bağlayamıyorum ben, o tamamen kendi derinine inerek… Aslında Swans’ta da hissettiğim o birazcık. Aynı şekilde mesela Thomas Bernhard’da da hissettiğim öyle bir şey var. Hani okuduğunda çok fazla roman yazmış, ama hepsini arka arkaya koyup okusan bile tek bir duygu hali var mesela, bir hınç ve öfke hali okuyorsun. Ya sanat da aslında biraz öyle bir şey, onu da süreç içinde keşfetmiş durumdayım. Yani aslında anlatmaktan ziyade anlattıramamak, öyle diyebilirim. Deleuze’ün bir sözü vardı hani, sanat nedir diye soruyorlar, sanat seni suskunluğa sürüklüyorsa işte odur, diyor. Hani gerçekten anlatamadığın nokta, gerçekten orada başlıyor sanat. Öbürü çünkü biraz daha düşünceye yönelik oluyor.

Eskişehir’de okudunuz, Ankara ve İstanbul izleyicisinin de karşısına çıkıyorsunuz. Peki kentlerin ruhunu izleyicilerde görebiliyor musunuz, onu yansıttığına inanıyor musunuz?

Evet, yani bu özellikle Ankara’da hep bildiğimiz bir durumdur ya, Ankara seyircisi farklı, durumu. Bunda da şunu görüyoruz, bu aslında öğretilebilen bir şey ve kuşaklar boyu aktarılabilen bir şey yani. Tiyatroya nasıl gidileceğinin öğretilmesi gerekiyor. Bu “Tiyatroya grand tuvalet gidilir, takım giyip gidilir.” gibi bir şey değil, nasıl gittiğin değil aslında mesele. Ne düşünerek gittiğin, tiyatroya niye gittiğin. Bizde maalesef beğeni düzeyinde kalıyor tiyatro. Hani “Şu oyuncu çok iyiydi, işte şu sahne çok iyiydi, ne güzel ağladı.” falan gibi bir durumla daha satıhta kalıyor. Aslında olay şuna dönmeli bence, mesela Woyzeck metnini biliyoruz, bunu okumuş olmalıyız zaten, ondan sonra Woyzeck Masalı oyununa giderken “Hmm, tamam şimdi nasıl bir yorum getirilmiş? Bize ne söylüyor? Bize bir şey söylüyor mu?” durumu tartışılabilir hale gelmeli. O sırada tabii ki oyuncuları izleyeceğiz, asıl keyif alacağımız şey oyunculuklar. Ama oyuncularla olan ilişkimiz oyun bittiği anda bitmeli. Yani o sanatsal durumdan da bahsederken hani suskunluğa sürükleme durumu vardı ya, oyuncu da öyle bir şeydir aslında. Bir şey yapar ve biz donar kalırız yani. O duyguyu bir daha da anlatamayız. Ama o orada kalır, çünkü duygusal bir durumdur, değişkendir. Öbür türlü, yönetmenin lafına odaklandığımız zaman artık tartışılabilir bir duruma, soyut bir düzleme çekebilir hale geliyoruz meseleyi. Bu birazcık eksik bizde. Yani pek oraları tartışamıyoruz, “Sen çok iyiydin, sen çok kötüydün.” falan gibi kalıyor. Hani bu meslek içindeki insanlarda bile böyle. Ama bu öğretilebilir bir şey dediğim gibi, çalışılarak yapılabilecek bir şey. E şimdi “Bugün yaptık, yarın oldu” olmayacaktır tabii ki. Bizim sonraki kuşağımız, ondan sonraki kuşak gittikçe değişecektir. Gerçi bu bizim temelimize sirayet etmiş bir durum olduğu için bir belleksizlik, bir arşiv oluşturamama durumu, sürekli bir değişme durumu… Ama çözülecektir yani. Gençler çözecek, bence biz çözeceğiz. Dünyanın bütün gençleri birleşsin!

Türkiye’de tiyatro eleştirisi hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bu bahsettiğim izlemeyi bilmemekle de ilişkili. Yani çoğunlukla da eleştiren insanların bilmediğini görüyorum ve bu son derece tuhaf bir durum. Gerçekten incelediğinizde yüzde doksanında şöyle bir durum var; önce oyun anlatılır, konusu -ki büyük oranda gereksiz zaten neyse- ondan sonra birkaç oyuncunun birkaç sahnesinin ne kadar iyi olduğundan bahseder ve en sonunda da “Gidin izleyin.” der ve kapatır konuyu. Bu şablonu her yerde görebiliyorsun. Bunun da dışına çıkılsa keşke artık. Hepsi işte yine ilişkili yani. İzlemeyi ve nasıl bakılması gerektiğini öğrendikçe, bu şuna yol açacak, yeni yönetmenler çıkacak bu sefer. Mesela Simon Stone diye bir yönetmen gördüm yaklaşık bir ay önce falan, “Üç Kız Kardeş” yapmış.  Üç kız kardeşi mimar yapmış yanılmıyorsam, son derece modern evlerde, tamamen günümüze işaret eden. Oyunun içinde Beyonce şarkısı duyuluyor, karakterler ona eşlik ediyorlar, Instagram var, telefonlar var. Bu mesela tamamen ikiye böldü seyircileri. Kimi dedi ki “Böyle şey olmaz. Bu Çehov değildir.” falan, kimi de deki ki “Ne kadar güzel, keşke böyle olsa.”… E o noktadan sonra artık bir yönetmenden bahsedebiliyoruz, o sevmeyen kısım artık orayı kapatıyor belki hani, “Ben bunu tercih etmiyorum, bana hitap eden bir durum değil.” diyor. Ama artık bir Simon Stone’dan bahsediyoruz. Türkiye’de de var çok kendi imzasını atan, hani o yönetmenin oyunu olduğunu bilmesen bile, gittiğinde izlediğinde anlıyorsun yani, “Ha o yönetmiş.” falan diyebilirsin. Bu çok önemli bir şey, bu da izleme alışkanlığıyla ilgili. İzlemeyi öğrendikçe, eleştirmeyi öğrendikçe nasıl oyunlar yapılması gerektiği de birazcık öğrenilecek. Yeni yönetmenler çıkacak mesela, bizde yönetmenler tamamen kendi çabasıyla çıkıyor bir şekilde. Benim şahsi fikrim, kesinlikle oyunculuk temelli olması büyük bir avantaj. Çünkü aslında tiyatroda, sinema kısmında çok fazla bir tecrübem yok maalesef ama, asıl yönetmenlik “Oyuncuya dili anlatabiliyor musun, anlatamıyor musun?”da bitiyor. Bu aslında büyük bir problem. Çünkü aynı oyunu oynuyoruz. Herkesin tek bir dilden konuşması gerekiyor. Bu da zamanla çıkacaktır diye düşünüyorum, ama eleştiri çok çok önemli bir şey. Eleştiri şekil verecektir birazcık.

Hazır yeri de gelmişken, az önce biraz bahsettiniz ama yeni medyayla tiyatro ilişkisi hakkında ne düşünüyorsunuz?

Mesela şu anda Tatbikat Sahnesi aslında Devlet Tiyatrosu’nun üstlendiği görevi, kendi imkanlarıyla, bayağı kendi yağında kavrularak yapan bir tiyatro, prodüksiyon tiyatrosu. Aslında Devlet Tiyatrosu’nun görevi biraz da bu. Çünkü belli bir sermaye sahibi, imkanları zirvede olan bir kurum ve bunun bayağı çarçur edildiğini görüyorsun ve hiçbir şekilde sağlam teknik özelliklere sahip büyük, güzel oyunlar izleyemiyoruz bir türlü, bu kadar teknik imkana rağmen. Ama bu da değişecektir, beklesinler, gençler geliyor yani, o ayrı bir konu da. Tatbikat Sahnesi şu anda bir prodüksiyon tiyatrosu örneği sunuyor mesela, özellikle İstanbul’daki oyunlar, çünkü buradaki sahne çok büyük oyunlara imkan vermiyor. Ama Delirium için diyebilirim yine bir prodüksiyon tiyatrosu olduğunu. Bunun içinde ışık var, sahne tasarımı var, yani bunlar çok önemli dallar. Bizde birazcık atlanıyor. Mesela şu soru vardı ya mapping kullanılan prodüksiyon olan ve black box sahneler diye bir ayrım söz konusu ya, yani eğer prodüksiyon yapıyorsak, bu konuda oyuncu, yönetmen zaten iyi olmalı o ayrı bir konu, teknik eleman da yetiştirmemiz gerekiyor. O teknik eleman elektrik tesisatından anlayan, işte çekiçle vurmayı bilen insan değil. “O oyun ne anlatıyor, biz seyirciye ne anlatıyoruz?” bunun da son derece farkında olan ve o dili oluşturmada yeni öneriler getirebilecek insanlar olmalı. Yani küçümsemek ya da aşağılamak için söylemiyorum, ama hani oraya herhangi bir usta koyduğunuzda büyük bir problem oluşuyor aslında, aksıyor. Mesela geçen öğrendim Devlet Tiyatrosu’nda bir asansör kurulmuş sanırım, bir oyuncu oradan düşerek bayağı büyük bir sakatlık geçirmiş. Şimdi az çok tahmin edebiliyorum bunun neden olduğunu, ne süreçlerden geçtiğini. Sistematik geliştirmek zorundayız, teknik eleman yetiştirmek zorundayız. Teknik eleman da bilmek zorunda “Sahnede neler döndü, ne oluyor, o oyuncu o repliği niye söylüyor?”. Birazcık tembelliğe kaçıyoruz sanırım o yüzden, prodüksiyonda pek de başarılı olamıyoruz. Ama olacaktır yani. Yavaş yavaş gelişiyor. Bu da yine tabii ki, sosyal medyanın gelişmesiyle ilgili. Çünkü artık bir YouTube söz konusu, bunu hepimiz biliyoruz, hayatımızda var. Mesela benim babam pastırma yapmayı öğreniyor, power bank de yapıyor. Babam yani, artık o geçmiş bir kuşak, hani “Bugünü yakalayamıyor.” dersin. Ama YouTube’u inanılmaz, belki bizden daha iyi, kullanıyor yani. Şimdi buradan neyi öğreniyoruz, artık belki öğretmenlere, hocalara ihtiyacımız kalmayacak gibi bir şey bir noktada. Bir bilgi paylaşımı söz konusu. Mesela kripto paralar söz konusu, artık bambaşka bir sistem geliyor “Blockchain Sistemi”. Hani bu bütün her yere sirayet ettiği anda müthiş bir ortak hazine oluşacaktır. Bunun içinde tiyatro da olacaktır elbette, çünkü tiyatrodaki bilgi aktarımı şu anda çok tekleyerek gidiyor. Yani hocaların keyfine kalıyor birazcık, sana aktarırsa tecrübesini devam ediyorsun. Sahneye çıkma fırsatını da zor elde ediyoruz, o da bir gerçek. Birçok iyi oyuncu gerçekten, sosyal ve ekonomik problemlerden dolayı sönüyor gidiyor, çok oyuncu kaybediyoruz. Ama bu işte dediğim gibi herkes artık topluca ayağa kalkınca, hani böyle tekil isimler değil de herkes birlikte ayağa kalkınca, bayağı gerçekten bir Türk Tiyatrosu da oluşacağına, Türk Yazını oluşacağına, yeni oyun yazarları, yeni yönetmenler, eleştirmenler çıkacağına inanıyorum yani, bunların hepsi birlikte. YouTube çok göz ardı ediliyor da önemli bir durum, direkt bilgi paylaşımı çünkü, artık kimse “Bu bilgi bende kalsın.” diye düşünmüyor. Ortaya atılıyor yani, ortak kültür mirası orada oluşmaya başladı yavaş yavaş.

Peki Devlet Tiyatroları’nda ve özel tiyatrolarda oyuncu olmak çok farklı deneyimler mi?

İnanılmaz farklı deneyimler. Yani birisinde karşınızda kocaman bir bina, bir kurum duruyor ve diyor ki “Gel, bana dahil ol.”, öbüründe diyor ki “Gel, birlikte yürüyelim.”. Yani onu seçenlere bir şey diyemezsin tabii ki ama, şu andaki sistem bile kabul edilebilir bir durum değil. Bir sözleşme yapılıyor, ben de işte 2016-2017 sezonunda İstanbul Devlet Tiyatrosu’nda Huzur oyununda yer aldım, sözleşme üzerinden yapıyorsun ve oynadığın oyun kadar bir para kazanıyorsun. Oraya çok takıldığımız zaman, -parayı nereden kazanacağız, ondan sonra nasıl yaşayacağız durumlarına takıldığımız zaman- tökezlemeye başlıyoruz birazcık. Orayı birazcık rahat tutmamız gerekiyor, rahat bırakılmak gerekiyor yani. O sadece oyunculara da dair değil, bütün sanatçılar için aynı durum söz konusu, yani bu bir gerçek. Ekonomiyle birebir ilişkili bir şey sanat, birazcık karnının tok olması gerekiyor. E Devlet Tiyatrosu da bir dalga geçer halde böyle bir yaklaşımda bulunduğu zaman, aslında bütün sözleşmelilerin bir araya gelip bir tepki göstermesi gerekiyor. Böyle bir şey yaptılar aslında, böyle bir deneme yapıldı, son ne durumdalar bilmiyorum ama bence çok da cesur değildi. Yani birazcık böyle “Büyüklerimiz bize kadro verirse…” gibi hani o sistemin devamlılığını öngören ve “Kendimi kurtarayım” tavrı… Tekil olmamalı motivasyon bence bir bütün halinde, bizden sonraki kuşaklar da nasıl gelecek, komple sistemi değiştirelim, gibi bir motivasyon olursa bence tutacaktır. Yani bu yine tabii bizim yetiştiğimiz dünya düzeniyle ilişkili, biz pek topluluk olamıyoruz, yani bir araya gelemiyoruz bir türlü. Buna da inandırıldık, gelemiyoruz yani, tırnak içinde söylüyorum, ben son derece inanıyorum gelinebileceğine. Bazı noktalarda da geliniyor. Dertlerimizi daha yaşayabilir hale geldikçe, bir araya geldikçe, birbirimizi kabul ettikçe yeni dünya düzeni oluşturacak olanlar bizleriz aslında. O sırada büyüklerimiz, babalarımız, annelerimiz, dedelerimiz de izleyecekler güzelce. İzlesinler onlar, dursunlar orada güzelce görsünler yani. Yeni dünya düzeni güzel olacak, nereden nereye geldim hiçbir fikrim yok ama…