Viktoryen İkiyüzlülüğü Ya Da Devrine Göre Şekil Değiştiren Toplumsal Baskı: “Siyahlı Kadın”

Daha önce İstanbul Devlet Tiyatrosu’nda Metin Belgin’in yönetmenliğiyle sahnelenen “Siyahlı Kadın”, bu sezon Ankara Devlet Tiyatrosu’nda Mesut Turan’ın yönetmenliğinde karşımıza çıktı. Gotik korku edebiyatının tipik bir örneği olan oyun özetle şöyle: Ürkütücü malikanesinde tek başına ölen Alice Drablow’un ardında bıraktığı birtakım önemli belgelerin peşine düşen avukat Arthur Kipps (Erdinç Doğan), orada öyle şeyler yaşamıştır ki yıllar sonra bunları anlatarak rahatlamayı ummaktadır. Yazdıklarını okumak ve sahnelemek için genç bir yönetmenden (Kutay Sungar) yardım alır. Hikâyede geçen karakterleri ikisi canlandırır, oyundaki bir diğer karakter (Nazlı Özdemir) de arada sırada görünen Siyahlı Kadın’dır.

Birkaç sezondur izlediğim toplumsal cinsiyet konusunda rezalet oyunlar (“Tahtsız Kraliçe” ve “Bankta İki Kişi” gibi) ile sanki kadroda hiç genç oyuncu yokmuşçasına anne-kız rolünün aynı yaşlarda iki kadın oyuncuya verildiği “Sevda Dolu Bir Yaz” gibi oyunlar ve genel olarak Devlet Tiyatroları’nın atmosferinden dolayı birkaç aydır programı takip etmiyordum. “Siyahlı Kadın”ın ismi ve afişi, itiraf etmem gerekir ki, bana oyunun toplumsal cinsiyete dayalı ayrımcılığa dair anlamlı bir yerde durduğunu işaret etmedi. Eğer oyun ayrımcılığı pekiştiren bir yerden bakıyorsa da buna katlanmam ve izlemem gerektiğine karar verdim ve işte şimdi bu noktadayız.

Yazmaya dönen bir yazar ve Stephen Mallatratt

Susan Hill, Telegraph’ta Siyahlı Kadın’ı nasıl yazdığını anlatır. Doğum yaptıktan sonra bir süre hiçbir şey yaz(a)madığından bahseden Hill, 1982’de Oxfordshire’da bir köyde yaşarken korku romanı yazmaya karar verir. Bir Noel Şarkısı gibi sevdiği eserleri yeniden okuyarak olmazsa olmaz ögeleri çıkarır: bir hayalet, perili, sisli uğultulu bir ev, eski kilise, mezarlık vb. kalıntıları. Böylelikle atmosferi ve ortamı tasarlamış olan Hill, 1970’lerde pek çok kışını geçirdiği Suffolk’taki kiralık evde -kitaptaki tasvire çok benzeyen bir evdir bu- üzerine üşüşen hisleri anımsar, sonra aklına siyahlı kadın karakteri gelir ve kitabı altı haftada sadece sabahları çalışarak yazar. Siyahlı Kadın, Stephen Mallatratt’ın Scarborough’da Stephen Joseph Tiyatrosu’nda sergilemek üzere tiyatroya uyarlamasıyla West End, Fortune ve Lyric Tiyatrosu’nda da sahnelenir. Oyunun önü böylece açılır ve dünya sahnesinde de kendine pek çok defa yer bulur, televizyona ve sinemaya da uyarlanır (1).

Erkekler hiçbir zaman mevzu bahis değil

Yönetmen ile Arthur Kipps’in metin üzerinde çalışmalarıyla başlayan oyunun olay örgüsü ilerledikçe İngiltere’nin deniz kıyısındaki ücra bir kasabasında yıllardır yalnız yaşayan Alice Drablow’la ilgili kasabalıların bir hikâyesi olduğu anlaşılır. “Deli, sapkın, ‘kedili’ vesaire gibi yakıştırmalar ve kasaba efsaneleri mi var acaba?” diye zihnimde klişe tahminlerde bulunduğum sırada, sahnede kimsenin katılmadığı cenaze töreninde Siyahlı Kadın beliriverir. Kadının kim olduğunu ve Alice Drablow’la ilgili gizemi anlamaya çalışan Arthur Kipps, neler yaşandı da bu kadın hortlaklaştırıldı merak ettiğini söyler ki bu soru toplumsal baskı ve ayrımcılığa yaptığı göndermeyle çok yerindedir. Daha sonra Arthur Kipps’in bulduğu mektuplardan Siyahlı Kadın’ın Alice Drablow’un kardeşi Jennet Humfrye olduğu, evlenmeden hamile kaldığı için ailesinin yanından gönderildiği, çocuk doğduktan sonra onu bir “aile”ye evlatlık vermeye zorlandığı, kendisi için daha kolay olacağından Drablowlar’ı seçtiği anlaşılır. Yani 1860’ların Viktoryen İngiltere’sinde evlenmeden çocuk sahibi olan kadınların, aslında genel olarak kadınların, maruz bırakıldığı ikiyüzlülüğünün tipik bir örneği ile karşı karşıyayız: Jennet, aile ve toplum baskısıyla dışlanmış, ötekileştirilmiş, yalnızlaştırılmış ve nihayetinde çocuğu isteği dışında, zorla elinden alınmış bir genç kadın. Ablası da toplumun normlarının dışında bir durumun içinde olduğunu bilerek çocuk ile Jennet arasına duvar örmeye çalışmaktan başka bir şey yapmaz. Burada Alice toplumu -topluma boyun eğen eski kuşak kadını-, Jenett ona başkaldıranı simgeliyor demek çok yerinde olur. Jennet duvarı aşmaya çalıştıkça akıl sağlığını yitirmeye başlar ve talihsiz bir kaza sonucu çocuğun ölmesiyle iyice kötü bir duruma düşer. Bir süre sonra Jennet de hayatını kaybeder ancak yeryüzünde hortlak olarak gezinmeye başlar. Buraya kadar genç bir kadının cinselliği yüzünden maruz bırakıldığı baskıyı anlatan hikâye, korkunç bir intikama evrilir ki bunu da sorgulamak gerekir: Jennet’nin göründüğü kişilerin çocuklarının ölmesi. Bu sorgulamadan önce, yukarıda da belirtildiği gibi, metnin toplumun bakışıyla nasıl paralel bir şekilde üretildiğinin altını bir kere daha çizmek isterim. Araştırmacı Val Scullion’ın dikkat çektiği üzere, romanın yazıldığı 1980’ler annelikle ilgili sağ muhafazakâr değerlerin başat olduğu bir dönem (Margaret Thatcher’ı anımsayalım) ve Hill, biraz da otobiyografik ilhamla, bu değerleri eleştirmeyi hedefler (2). Nitekim kitabı kuvvetli yapan ögelerden biri, belki de en öne çıkanı bu. Bütün zulmü gören kadın, çocuğun babası olan erkeğe dair tek bir odak yok; ebeveynlik değil annelik söz konusu. Aynı zamanda aile ve çocuk bakımına yönelik yasalarda birtakım değişiklikler yapılmaktadır ve hem kadınlar -çocuk bakım yükü onlara bırakıldığı için elbette daha çok kadınlar- hem de erkeklerde ciddi endişeler oluşur. Buradan hareketle çocukların geleceklerine dair ebeveynlerin korkularını da yansıtır Hill romanında.

Görünür olma mücadelesi

Gotik korku edebiyatına baktığımızda, yukarıda Hill’den yapılan alıntıda da görüldüğü üzere, mekân ve atmosfer kurgusundan erkek anlatıcıya kadar pek çok ortaklıklarla karşılaşırız ancak “Siyahlı Kadın”daki hortlak, diğer eserlerdeki kadın karakter kurgusundan biraz farklıdır. Evet, susturulmaya zorlanır, ötekileştirilır, toplumdan yalıtılmaya çalışılır ama bunlara meydan okur; gelip çocuğunu geri ister, bunun için mücadele eder ve çoğu “deli kadın”ın aksine bir odaya kapatılmaz, ortalıklarda dolaşır, görünürdür. Yaşadıklarının başına gelmesine sebep olan toplum olduğundan dolayı da hayatını kaybettiği halde dünyada dolaşmaya ve insanlardan intikam almaya devam eder. İntikamı neden çocuklar üzerinden aldığını sorgulamak gerektiğini belirtmiştim. Val Scullion, Hill’in bu seçiminin altında yatan sebebin, dönemin atmosferi altında kadınların üzerlerindeki baskı ile zalimleşebileceklerini göstermek ve aynı zamanda “ideal anne” kalıplarının dışında bir karakter yaratma isteği olduğunu düşünür (3).

Peki ya teknik detaylar?

Eğitim hikâyem edebiyat ve toplumsal cinsiyet çalışmaları üzerine olduğundan ilk baktığım kaçınılmaz olarak metin olur her daim. Bu oyunda ise performans ve sahneleme üzerinde kısa da olsa durulması şart çünkü pek çoğumuz için ilk korku tiyatrosu. İstanbul Devlet Tiyatroları’nda “#Cehennem”i izlediğimde bir bilimkurgu oyunu tiyatro olanaklarıyla nasıl sahnelenebilir aşina olmuştum, “Siyahlı Kadın” ile de korku ögelerinin nasıl kurulacağını izledim. Sinemadan akla geldiği üzere ses, ışık, gölge ve efekt başrolde. Oyuna dair yapılan eleştirilerde sesin gereğinden fazla yüksek olduğunu okumuştum, yönetmen bunu görüp dikkate mi aldı bilmiyorum ama bence rahatsız edici bir yanı yoktu. Sahne iki parçalı kullanılmış; önü yönetmen ve Athur Kipps’in canlandırmalarını bir arada gördüğümüz kısım, arkası ise metruk evin ve bataklığın olduğu kısım. Dekorun birkaç parçadan oluşması ve evin projeksiyondan yansıtılması oyundaki “oyun içinde oyun”a da son derece denk düşmüş. Oyunun başlayacağı anonsunun geçilmemesi ve ışıkların kapatılmadan oyuna başlanması seyirciyi oyunla ilk karşılaşmada şaşırtan bir seçim. Oyun baştan sona korkutuyor diyemem, öyle olması da gerekmiyor bana göre, ama kullanılan tekniklerin gerilimi yaratma konusunda gayet yerinde olduğunu düşünüyorum. Oyunculuk ise hakikaten metne bu kadar yakışır… “Meraklısı İçin Öyle Bir Hikâye”de hayran kaldığım Erdinç Doğan, yine müthiş bir oyunculuk sergiledi, Kutay Sungar da ona keza.

(1) https://www.telegraph.co.uk/culture/film/9041902/Susan-Hill-haunted-by-the-Woman-in-Black.html

(2), (3) https://www.tandfonline.com/doi/abs/10.1080/0957404032000140407