Bir İdam Mahkûmunun Son Günü

Bir süre önce Bambu Tiyatro ve Agora Tiyatro iş birliğiyle sahnelenmeye başlanan “Bir İdam Mahkûmunun Son Günü” oyununa ayıracağım bu yazımı. Her ne kadar bileti dijitalden almış olsam da, aylar sonra yeniden sahnede oyun izleme fırsatı bulmak heyecan verici ve ne tesadüftür ki yine aynı sahnede son oyunumu izlemiştim. Kapalı ortamlarda bulunmakla ilgili tedirgin oluyoruz hâlâ, ancak sahnelerin bu konuda özenini takdir etmeliyim. HES kodlarımızı teslim ettikten, gerekli dezenfekte işlemlerimizi yaptıktan sonra sosyal mesafeli bir şekilde oturma düzenimize geçtik ve sahnede hikâyesini anlatmak üzere biri bizi bekliyordu…

Victor Hugo’nun henüz 26 yaşındayken ve gerçekleştirilecek bir idamın hazırlıklarını gördükten sonra yazdığı romandan uyarlanan oyunda idam mahkûmunun adını, işini, nereli olduğunu bilmemekteyiz, suçlu olduğu söylenmekte ancak suçunun ne olduğunu da bilmemekteyiz ve bu onu tanımamızı zorlaştırmakta. Ancak hikâye tam da bunun üzerine kurulu aslında, hakkında neredeyse hiç bilgimizin olmadığı birinin suçlu olması hâlinde cezası idam olmalı mı, olmamalı mı? Hangi suçun cezası zaten ölümlü bir varlığı ölüme mahkûm etmek olmalı?

Bu sorular öylesine evrensel hâle geliyor ki zaman içinde filmlere de konu oluyor, defalarca tiyatro sahnesinde sahneleniyor. Hukuk fakültelerinde okutuluyor hatta yanlış hatırlamıyorsam Amerika’da idam cezasının kaldırılması gerekliliği tartışılırken örnek olarak gösteriliyor.

Oyun hümanizmi buram buram hissettiriyor insana. Bir insanın yaşam hakkının elinden alınmaması gerektiğini şiddetli bir şekilde savunuyor. Uzak bir geçmiş olsa da karakterle empati kurmadığımız bir an yok. Gerçek suçlular mahkûmu o suçu işlemeye iten ve sonucunu sirk gibi izleyen halk aslında bunu anlıyoruz mahkûmun düşüncelerinden. İdam mahkûmu ölümü beklediği sırada, onunla benzer kaderi paylaşanların başına gelenleri anlatırken yaşadığı umutsuzluğu, kızgınlığı ben de içimde hissettim. Hatta bir an için halktan biri olup mahkûmun suçlamalarından nasibimi aldım sanki.

Mahkûm ölüme yaklaştıkça oyunun ritmi de artıyor. Duygu yoğunluğu çok olmasına rağmen artan ritim ile oyundan kopmadığımı söyleyebilirim. Hatta daha önce izlediğim versiyonlara göre daha iyi uyarlanmıştı sahneye. Sadece daha fazla dekor kullanılmalı mıydı acaba diye düşünüyorum. Ancak sahnenin küçük olmasından dolayı böyle bir tercih yapılmıştır.

İnsanın öleceği zamanı bilmemesi çok büyük bir nimet. Çünkü bir gün sonra birazdan öleceğini bilmenin çaresizliği giyotinden çok daha keskin. Mahkûm ölüme yaklaştıkça iliklerinize kadar hissediyorsunuz yaşama tutkusunu. Karakter bu duyguları yaşarken oyuncudan da bu hissiyatı almak memnun etti beni. Karakterin yılgınlıklarını, yarım kalan hayallerini, yaşamak için çırpınışlarını iyi yansıttığını düşünüyorum. Oyunun bence en önemli kısmı olan mahkûmun kızıyla diyaloğu çok iyiydi. Karşımızdaki insan suçlu da olsa aynı zamanda bir baba, eş, evlat, arkadaş… Bunu bilmek insanın içini buruyor ve tam da bu noktada suçlu olduğunu bilsek bile hissettiğimiz empati duygusu yok olmuyor. Mahkûmu oynayan Hüseyin Oçan’ın karakteri yorumlayış şekli çok iyiydi ve bence bir kez daha alkışlamalıyım.

İdam mahkûmuna idam dışında bir seçenek daha sunuluyor, kürek mahkûmluğu… Ancak insanlık tarihi boyunca idamdan sonra verilen en ağır ceza kürek mahkûmiyeti ve mahkûmumuz bu cezayı katiyetle reddediyor. Kürek mahkûmlarının yaşadıklarını onun ağzından dinlerken ölümü gösterip sıtmaya razı ediyorlar diye düşündüm. Adalet kavramını 60 dakika boyunca sorguladığımız bir oyun açıkçası Bir İdam Mahkûmunun Son Günü. Kitabı okurken özellikle yarısından sonra sanki bir oyun metni okuyormuş gibi hissettiğim için sahneye de uyarlanabilecek en iyi ve tabii en önemli oyunlardan biri olduğunu belirtmeliyim.

Günümüzde de sıklıkla idam olmalı mı olmamalı mı tartışması gündeme geliyor. Oyun suçluyu ortadan kaldırarak suçu ortadan kaldıramayacağımız görüşünü savunuyor, uygar bir toplum olmanın insan hayatına öncelik vermekle ancak gerçekleşebileceğini ve eğer ortada bir suç varsa, suçun işlenmemesine olanak sağlayacak düzenlemelerle suç işlemeyi yok edebileceğimizi dile getiriyor. İdam cezasının kimseye bir faydası yok, ancak işlenen bazı suçlar karşısında insan suçu işleyenin yaşam hakkı olmaması gerektiğini düşünebiliyor, tuhaf bir ikilem… Hukukçu değilim ve suç karşısında adil olmak hukukçular için çok zor olmalı.

Mahkûmun mahkûm olmadan önceki hayatından kesitler anlatması ölümle yaşam arasında olan bir adamın küçücük bir umuda sarılması bağlamında etkileyiciydi. Suçunun ne olduğunu bilmediğimiz için onun o hücrede olmasını kabullenmemiz zor, karakter de bunu sorguluyor, Tanrı’yı ve Tanrı adına karar verenleri sorguladığı gibi. Oyunun en sert kısmı burasıydı bence, mahkûmun yakarışları yüreğe dokunuyordu. O kaderini kabullenemezken Yusuf Kenan Adıgüzel tarafından canlandırılan mahkûm çoktan kaderine razı olmuştu bile. İkisi arasındaki karakter farklılıkları çok güzel yansıtılmıştı, ancak ölümü nasıl beklersen bekle sonuç değişmiyor. İki oyuncu dışında perde arkasından gördüğümüz karakterler sanki idam mahkûmunun onları hayalinde canlandırdığı hissini uyandırdı ve hoş bir ayrıntıydı. Ben her şekilde öleceğimi bilsem rahibin sorduğu “pişman mısın” sorusuna “pişmanım” demezdim sanırım.

Oyun bittikten sonra ekiple oyun hakkında konuşma şansına da eriştiğim için mutluyum. Seyirci için hoş bir kişisel deneyim oluyor. Bir süre önce oyunun evrenindeyken bir süre sonra kendi evrenine o karakterleri taşıyorsun. Oyunun yönetmeni aynı zamanda Bambu Sahne’nin kurucusu olan Ozan Demircioğlu. Çok genç, çok yetenekli, izlediğim her işinde tutkusunu gerçekten hissedebiliyorum. Bütün zorluklara rağmen sanata ve tiyatroya bağlılığı olan insanları görmek ne hoş. Oyunu izlerken sık sık nefesim kesiliyormuş gibi hissetsem de uzun bir aradan sonra sahnede oyun izlemek nefes verdi, iyi geldi, daim olsun.