Bir Tiyatrofilin Hisleri

On üç gün önce oyuna bilet bulduğumda bir şeyler yazmak gibi bir niyetim yoktu. Bileti al, yaşamına devam et, oyun günü geldiğinde biraz heyecan yap, oyunu izle, fazlaca mutlu ol ve listene bir çentik daha atmış bir vaziyette normal insanların arasına karış… Daha önce onlarcasını tekrarladığım bir rutin.

Yine böylesi bir döngüde “Radyo-yu Hümayun” oyununa bilet aldığımda, o günü tüm hisleriyle kaleme almaya karar verdim. Evet, yine bir oyuna bilet bulmuştum. Yeni bir oyun izleyecektim. Oyun hakkındaki yorumlar çok olumluydu ve oyun Akün’deydi. Bir şeye odaklanırken onu tüm parametreleriyle düşünmek huydur bende. Yine böyle yapmıştım. Tüm öncülleri kafamda film şeridi gibi evirdim, çevirdim, oynadım. Beğenmediklerimi yeniden kurguladım. Olası olumsuzluklardan da olumlu çıkarımlar damıttım. Bir kere oyun, gerek bulunduğu konum itibarıyla gerekse ambiyansıyla en sevdiğim Devlet Tiyatroları sahnesi olan Akün’deydi ve daha önce orada hiç kötü oyun seyretmemiştim. Yine öyle olmaması için hiçbir sebep yoktu. Oyun “radyo”yla ilgiliydi. Bu da olumlu bir durumdu.

Hızla ilerleyen teknoloji çağında radyo, bana hâlâ büyüleyici gelebilen ve asla naftalin kokmayacak bir ürün. Üstelik oyun müzikli, fasıllı… Daha ne olsun.

O gün de her oyun gününde yaptığım gibi müzik listemi kontrol ediyorum. Her farklı oyunda, farklı bir grubun şarkılarını dinlemek gibi bir huyum var. Bu huyumdan yine vazgeçmiyorum. Genellikle Britanya gruplarını dinlerim, yağmuru hatırlattıkları ve hayatın geri kalanından soyutlanmama yardımcı oldukları için… Bu sefer seçimim Atlantik’in diğer yakasından Warpaint oluyor. Takıyorum kulaklıklarımı, karışıyorum insan seline. Oyunun başlamasına henüz iki saat var. Kızılay’dan Kuğulu’ya doğru yürüyorum. En sevdiğim destinasyonlardan biri. Müzik son ses kulaklarımda, arka sokaklardan ilerliyorum. Bir şehri keşfetmenin en iyi yolu o şehrin sokaklarında yürümektir derler. Daha önce yüzlerce kez yürüdüğüm yerlerden geçiyorum. İnsanları gözlemliyorum elimden geldiğince. Ve o insanlar hakkında nasıl bir izlenim elde edeceğime “o an” çalan şarkı karar veriyor. İnsanların geçmişleri hakkında hikâyeler oluşturmaya bayılıyorum. Bir nevi kalemsiz yazarlık… Erken gidersem Kuğulu’da biraz soluklanırım diye geçiriyorum içimden. Yorulduğumu dahi hissetmiyorum geldiğimde. Oturuyorum bir banka. Çocuklu çocuksuz aileler, yaşlı genç insanlar, ilişkiye yeni başladıkları her hâllerinden belli olan çiftler, kuğular, ördekler ve tabii ki şehr-i Kıtır… Yer bulabileceğimi bilsem uğramadan geçmem ama hafta sonu iğne atsan yere düşmez diye içimden geçirerek vazgeçiyorum bu fikrimden. Oyun saati yaklaşıyor. Tunalı Hilmi üzerinden yürüyorum, Şinasi’nin yanındaki aradan geçip Akün’e ilerliyorum. Şinasi’de en son izlediğim oyun hangisiydi diye geçiriyorum aklımdan. Sanırım geçen yılki Fare Kapanı oyunuydu. Ne muazzam bir oyundu. Dekoru da oldukça etkileyiciydi. Ah Agatha Christie! Ne muhteşem bir kadınsın!

Gişeden biletimi alıp fuayeye geçiyorum. Oyuna yaklaşık yirmi beş dakika var. Oyunla ilgili fotoğrafları inceliyorum. Oyunculara ve teknik ekibe bakıyorum. Daha önce hangilerini izledim diye düşünüyorum. Her zaman yaptığım gibi oyun kitapçığı alıp oyun hakkında genel bir fikrim olması için hızlıca karıştırıyorum. İnsanların sohbetlerine kulak misafiri oluyorum. Kimi geçen hafta sonu yaptığı etkinlikten bahsediyor, kimi önümüzdeki hafta sonu yapacaklarından. Kimi iş yerinde yaşadığı olumsuz biri durumu anlatıyor, kimi başından geçen komik bir olayı. Biri oyunu daha önce de izlediğini ve çok beğendiğini anlatıyor arkadaşlarına hararetle. Hayat dediğimiz şey zaten hikâyelerden ibaret değil mi? Ve tiyatro da bu hikâyelerin kendini en güzel ifade edebildiği mecra. Yaşadıklarımızın bir aynası. Yok, hayır, tiyatro bence bundan çok daha fazlası. Evet, güzel bir hikâye ama aynı zamanda gerçeküstü, büyüleyici…

Salonda yerimi alıyorum. E sırasındayım. Çoğunluk bir hatıra bırakmak veya sosyal medyada paylaşmak için fotoğraf çekiyor. Bense dekoru izliyorum. Fonda eski İstanbul fotoğrafları, dekorda retro görünümlü oturma koltukları. Ne de olsa dönem oyunu… Orkestra yerini almış. Ud ve kanun tınıları tüm salonu ısıtıyor. Derken oyun başlıyor ve iki saatten fazla süresiyle izleyenleri mest ediyor. Çok gülüyor, çok eğleniyorum. Bence bütün salon benim gibi düşünüyor. Çok ciddi bir emekle, gayet başarılı bir performans ortaya koyuluyor. Oyuncuları tek tek yazmak istemiyorum, hepsi birbirinden başarılı. Selamlama bölümündeki bitmek bilmeyen alkışlar da bunun göstergesi.

Oyun sonu yine fuayede oyuncuların kulisten çıkmalarını bekliyorum. Hepsini tek tek tebrik ediyorum. Bir oyuncu için bunun mutluluk verici olduğunu düşünüyorum. Onlar da bana nezaketlerini gösteriyor.

Huzur içinde ayrılıyorum Akün’den. Yusuf Atılgan, “Sinemadan çıkmış insan” metaforunu kullanır Aylak Adam’da mesela. Ben bunu tiyatroya uyarlamak istiyorum. Birkaç saatliğine de olsa gerçeklikten ayrılmıştır “tiyatrodan çıkmış insan”. Belki o an farkında olmasa da bir şeyler katmıştır kendi gerçekliğine. Sonra karışır “normal” insanların arasına… Olsun, önemli olan hayatımıza neler katabildiğimiz değil midir en nihayetinde?

Ben insanların tiyatro izlemelerinden, salonlarda boş yer kalmamasından mutluyum. Kimisi ilk defa geliyor ve belki bir daha hiç gelmeyecek, kimisi defalarca izlemiş ve o günden sonra da izlemeye devam edecek.

Ben mi? Kulaklığımı takıp huzurla yürüyorum Kızılay’a doğru. Bir sonraki oyunda görüşmek üzere…