Fotoğraf: Çankaya Sahne

Diktat: Birbirine Düşman İki Kardeş

Yeni sezonu, Çankaya Sahne’nin Kulis Sanat ile beraber sahneye koyduğu Diktat oyununu izleyerek açtık. Açtık diyorum çünkü bu oyunu ekipten bir arkadaşımın davetiyle izleme şansı yakaladım. Onun yanımda olması daha büyük bir zevkle oyunu izlememe sebep oldu, hatta daha programı ayarlama aşamasında bile heyecanlanmaya başladığımı söylemeliyim. Tiyatrosever arkadaşlarınız olsun ve birlikte oyunlara gidin, tatlı anılar yanınıza kâr kalıyor.

Çankaya Sahne, Şili Meydanı’nda eski Çankaya Sineması’nın bulunduğu yerde 4 Ekim 2019’da Mehmet Atay, Oktay Dal ve Hülya Dizmen tarafından kuruldu. Hem sahnenin bulunduğu bölge hem de Ankara için oldukça önemli bir girişim gerçekten. Sahneyi ilk gördüğümde, yakın bir dönemde inşa edilmiş olmasına rağmen, bulunduğu yerin nostaljik yapısına oldukça uygun olarak düzenlendiğini gözlemledim. O bölgeyi bilenler ne demek istediğimi anlayacaktır. Oldukça büyük olan mekân pandemi sebebiyle kapasitesinin çokça altında seyirci kabul ediyor. Bu durum üzücü olsa da Ankara seyircisinin tiyatrodan kopmadığını görmek sevindirici.

Diktat, İç Savaş’ın yaraladığı iki kardeşin Enzo Corman tarafından kaleme alınan hikâyesi. İki kardeşin anneleri bir, babaları ayrı. İkisi de hafızalarındaki büyük yıkımın hikâyesiyle yetişkin birer birey olmuşlardır. Küçük kardeş Val annesiyle birlikte yaşamaya başlayıp, savaşın en büyük izlerini taşımanın da etkisiyle tarih öğretmeni olmayı seçer, ağabeyi Piet ünlü bir psikiyatri doktoru olur ve biz onun geçmişte yaşadıklarını geride bırakmış, savaşı kazananların tarafına geçmiş biri olduğunu görürüz.

Oyunda, savaş sonrası farklı kutuplara bölünen kardeşlerden büyük olanını usta oyuncu Mehmet Atay canlandırıyor ve kardeşi rolüyle ona Mehmet Ali Nuroğlu eşlik ediyor. Oyun yıllar sonra karşılaşan iki kardeş arasında yaşanan çatışmanın merkezinde, savaşın yakıcı ve yıkıcı sonuçlarına odaklanıyor. Val oyun ilerledikçe “tarih öğretmeni” kimliğini bırakıp savaşın insanlar üzerindeki psikolojik sonuçlarını gözler önüne sererken, Piet ise psikiyatri doktoru kimliğinden sıyrılıp tarih kitaplarında okuduğumuz bilgilerle bizi yüzleştiriyor.

Her savaş onu kazananlar tarafından yazılır: Piet’in kazananlar tarafında olması ve siyasete de bulaşması Val’ın ona düşmanlığının en büyük sebebi. Hatta öyle ki savaşta işlenen bütün suçların sorumluluğunu abisine yüklemekte. İki kardeş arasındaki o büyük çatışmayı, fikir ayrılıklarını, bambaşka yollara ve hayatlara savruluşlarının etkilerini Mehmet Atay ve Mehmet Ali Nuroğlu oldukça iyi yansıttılar. Özellikle karşısında böyle büyük bir usta varken ona ayak uydurmak konusunda noksanlık yaşamayan Mehmet Ali Nuroğlu’nu sahnede hayranlıkla izledim. Val’ın ağabeyi Piet’i vurup vurmamak konusunda yaşadığı tereddütleri yansıtırken oldukça efor sarf etti oyuncu.

Biz iki kardeşin geçmişlerini ve bahsedilen büyük savaşı sadece Mehmet Atay ve Mehmet Ali Nuroğlu’ndan dinliyoruz. Çok uzun süre önce yaşanan olayların iki karakter üzerindeki etkilerini hâlâ sürdürüyor olması oldukça etkileyiciydi. Çocuklukta yaşanan travmalar etkisini hiç yitirmiyor. Üstelik savaşın neden olduğu bir travma. Val kadar derin hissetmesek de yaşadıklarını; Piet’in de ailesinin kopukluğundan, savaşın etkilerinden, küçücük yaşta olgunlaşmak zorunda kalmasından taşıdığı yaraları olduğunu fark ettim. Özellikle çok sevdiği kardeşinden kopması, ikisinin bambaşka hikâyelere savrulması, yıllar sonra onu kaçıran ve öldürme niyetinde olan kişinin bir zamanlar aralarında büyük bir bağ olan kişi olması Piet’i çok etkiliyor, biz izleyenleri de tabii ki. Bu anları izlerken salondan yükselen iç çekişleri duydum.

Salon demişken; sahne dizaynı, o nostaljik hava beni etkiledi ancak akustiğin böyle bir sahne için ne yazık ki yetersiz olduğunu belirtmek istiyorum. Yer yer diyalogları anlamakta zorlandım, belki de biz locada oturduğumuz için bu durum oldu, ancak sesle ilgili bir iyileştirme yapılabilir diye düşünüyorum.

Karşılıklı uzun repliklerle neredeyse soluksuz devam eden oyunun, izlerken bazen beni de soluksuz bıraktığını hissettim. Aile bağlarının, iyiyle kötünün, savaşın ve barışın, yapılan seçimlerin, mecburiyetlerin birçok şeyin sorgulandığı bir oyun. Kıvanç Yılmaz tarafından tasarlanan dekor da bunu destekler nitelikteydi. Projeksiyondan kocaman bir şehir manzarası yansırken, kimsenin bilmediği kayalıklar arasında iki adam, iki kardeş, iki düşman, savaş ve barış, geçmiş ve gelecek üzerine düşündürdü oyun. Acaba bambaşka bir hayatları olsaydı nasıl bir ilişkileri olurdu? Savaşlar olmasaydı nasıl bir dünya olurdu? Geleceğimiz geçmişimize bağlı olmasaydı nasıl bir hayatımız olurdu? Onlarca soru, onlarca cevap…

Diktat çok bilindik bir kavram gibi gelmiyor kulağa ancak dikte etmekle ilişkilendirilebilir; iki kardeş de düşüncelerini birbirlerine ve seyirciye dikte etmeye çalışmakta. İkisini de haklı veya haksız bulduğum noktalar oldu izlerken. Siyah ve beyaz kadar keskin olan iki karakterde griler de görmek hoş oldu, her iki karakter de kendi hikâyelerinin kahramanıydı.

Tam olarak kaç dakika o salonda, o hikâyede, o iki kardeşin, savaş ve barışın ortasında, yıkıntılardan yükselen ışıltılı binaların arasında kaldım hatırlamıyorum ancak her şey bitip perde kapandığında, Piet ve Val’ı mutlu bir geleceğe yolladım zihnimde. Oyun bittikten sonra Mehmet Atay ve Mehmet Ali Nuroğlu’nu görmek, kısacık da olsa sohbet etmek; arkadaşımla beni oldukça mutlu etti, oyunun ağırlığını bir nebze de olsa üstümüzden attı diyebilirim. Savaştan değil barıştan yana olup, kardeşliğin kıymetini bildiğimiz bir gelecek dileyerek yazımı burada bitiriyorum.