Füsun Demirel ile Hasbihâl: Aşk Dersleri

Aşk Dersleri Füsun Demirel’in Dario Fo ve Franca Rame’nin oyunu “Seks? Eh, Hayır Demem!” den uyarladığı “Tek Kişilik Diyalog”, “Bant Sistemi” ve “Tecavüz” oyunlarını içeren; kendi çocukluk ve ergenlik anılarından yola çıkıp kişisel tecrübelerini seyirciyle interaktif bir performansla paylaştığı eklektik bir meddah oyunu. 11 Ekim’de Ankara seyircisi ile AST sahnesinde buluştu. Kavuştu demek belki daha doğru. Füsun Demirel’in çevirip Türkçeye kazandırdığı ve aynı zamanda rejisini yaptığı oyunda, sanatçıya Serpil Özcan ve Mert Küçülmez eşlik ediyordu.

Oyun cinsel devrim, cinsellik ve aşk, toplumsal cinsiyet kodları, cinsel eğitim, aile kurumu içindeki cinsellik tabusunun çocuk gelişimi üzerindeki etkileri, kadına şiddet, cinsel istismar ve tecavüz konularına odaklanıyor. Bir toplumun cinsel devrim yaşamaksızın gelişemeyeceğine, toplumsal cinsiyet kodlarının ve cinsel bilgisizliklerin yaşamdaki en değerli deneyim olan aşkı olumsuz etkilediğine, kadının özgür ve eşit yurttaş olmasının mümkün olmadığı noktada içinde yaşadığımız toplumun geleceğinden kaygı duyulması gerektiğine dair iletileri var. Can sıkıcı meseleler yani… Bu konuları eril tahakkümün ana haber bültenlerinde duyup içimiz çekildiğinde, kanalı değiştirmek en akla yatkın davranıştır hatta. Öyleyse neden tüm bunların üstüne para verip, bilet aldık?

Füsun Demirel’in meddahlığına duyduğumuz inanç bizi bu oyunun seyirci koltuğuna oturtuyor galiba. Nitekim sanatçı hançeri yüreğimize saplamayıp, ucuyla ruhumuzda küçük yaralar açmayı seçiyor. Üstlerine merhem sürüyor el çabukluğuyla. Oyunun sonunda sızlıyoruz ama iyileşeceğimize dair umudumuz da yeşeriyor işte. Demirel sahneden oyunun klasik bir tiyatro oyunu olmadığını peşin peşin söylüyor. Deneyimlediğimiz şey hem bir oyun, hem bir yolculuk, hem terapi. Sahne bir laboratuvar: tabu dönüştürme laboratuvarı. Seyircinin açık fikirliliği, esnekliği ve katılımı da önemli oyunun temposu bakımından. Seyirci tutukluğunun oyunu hantallaştırma riski var. Neyse ki Ankara’da testler hızlı sonuç veriyor. Orta yaşın üstünde menopozlu kadınlar orgazm taklitleri üzerine dürüst yorumlar yapıp gülüşüyorlar. Kelli felli erkekler birbirleriyle flört etme cesaretini buluyorlar. Gençler yasaksız fakat görgülü bir seksüel sohbetin tadını sonuna kadar çıkarıyorlar. Bir ara ikinci sıradaki koltuğunda arkamı dönüp salona göz gezdiriyorum. Tıklım tıklım Ankara seyircisi ile dolmuş. Gözler parlıyor. Temaşa ve hasbihâl hiç bitmesin isteniyor. Bu işin hilesi hasret. Yoksa herkesin Dario Fo’dan, Franca Rame’den, toplumsal cinsiyetten, kadın hareketinden ve çocuk istismarından haberi var. Fuaye külliyen malumatfuruş. Bilmeyip merak ettiğimiz, nasıl olup da bu adaletsiz dünyada hala koca insanlığın baharına dair umudumuzun olduğu. Prodüksiyonsa eksikmiş, adam sen de! Kadın tastamam.

Oyunun müzikleri şahane. Dekor ve kostümlerin bütçesinin çok kısıtlı olduğu ortada. Ancak tüm sadeliğiyle bir araya gelen sahne tasarımı tercihlerinden, devrik bir tiyatro gustosunun modern, reformist ve fakat örtük estetiği pırıltılar saçıyor. Seyirci koltuğunda insana “Param olsa da ben alsam.” dedirtiyor: Özgürlüğü, yaratıcılığı, aşkı ve mutluluğu ben alsam. Dünyanın tüm neo-liberal portföylerine inat! Evet, güzellik insanı kapitalize ediyor. Prodüksiyon unsurlarına dair böyle tuhaf düşünceler eşliğinde, bayramlık alınmamış çocuk gibi koltuğa sokulurken, Serpil Özcan sahneye çıkıyor.

Sahnede, İtalya’da “feminist” hareketin öncülerinden olan “solcu” kadın oyuncu/yazar Franca Rame’nin, 1973 yılında İtalyan güvenlik güçleriyle bağlantılı olduğu iddia edilen faşist bir grup erkek tarafından zorla kaçırılışını, işkenceye ve tecavüze uğrayışını izliyoruz. Serpil Özcan bir sandalye üzerinde katılaşmış zayıf bedeninin içinden tedirgin bir biçimde oynarken, tüm salon da katılaşıp kalıyor.

Peki, nasıl alkışlıyorlar selamı? Nasıl kalkıp evlerine gidebilecek gücü kendilerinde buluyorlar? Son sahneden önce tüm oyun süresince halden anlayan ve şefkatini seyircisinden hiç esirgemeyen sanatçı Füsun Demirel, bu vahşete tek başına göğüs geren kadının hayata tutunabilecek güçte olduğu ve sonunda “Franca Rame” olabildiği gerçeğini usulca hatırlatıyor. Kendimizde güç buluyoruz, Franca’nın tam da yapmak istediği şekilde:

“… Evdekiler ne olduğunu anlamıştı ama sormaya ve cevabı duymaya cesaretleri yoktu. İçimde hep o şey vardı. İçimi kemiren o anı. Psikanaliste gitmek istemedim, kimseyle konuşmak, kimseye anlatmak istemiyordum. Sonra bir gün oturdum ve yazmaya koyuldum. Cinsel tecavüz yasası tartışılmaya başlandığında, artık yazdığım oyunu oynamam gerektiğini fark ettim. Oyunu prova edemiyordum. Bir kaç replik sonrası ağlama krizine tutuluyordum. İlk gösteri Pisa’da olmuştu. Uyanış’ı bitirmiştim. Sahnede tek bir sandalye vardı. Sahneye hiçbir şey söylemeden girdim ve oyunu neredeyse tek nefeste sonuna kadar oynadım. Oyunu tüyler ürpertmek için değil, olayı yansıtıp bu şeyi yaşamış diğer kadınlara yardım etmek ve yüreklendirmek için oynadım.”

Perde! Alkış, kıyamet. Dario Fo ve Franca Rame’nin dilinden anlamamızı sağlayan, politik aklına ve sanatsal duruşuna güven duyduğumuz bir başka güçlü kadın, genç oyuncularla el ele selama çıkıyor, hayat diye bildiği aşkın peşinde: “Yaşayacağınız gerçek bir aşk her şeye değer. Onu bulduğunuzda sakın bırakmayın!” diye tembihliyor bizleri.

“Yaşa! Var ol!” Alkış, kıyamet, hasret.