Lorca’nın Şiirlerinde Bernarda ya da Bütünü Ayrıntılara Feda Etmek

Tatbikat Sahnesinde sahnelenmeye başlayan “Bernarda” ile Federico Garcia Lorca’nın öldürülmeden önce yazdığı Bernarda Alba’nın Evi adlı tiyatro eseri performatif bir sahne asamblajı[1] olarak yorumlanıyor. Bernarda Alba’nın Evi adlı oyun 1936’daki İspanya iç savaşı sırasında yaşanan toplumsal değişimlerin ve dönüşümlerin bir Endülüs evinin içine nasıl yansıdığını anlatıyor. Binnaz Dorkip tarafından bu oyundan uyarlanıp yönetilen Bernarda; ailenin tek erkeğinin cenazesi çıktıktan sonra, Bernarda Alba’nın evde yas ilan etmesiyle başlıyor. Farklı kuşaklardan kadınların yaşadığı bu evde, dini baskılardan ve geleneksel aile kodlarından devşirdiği kurallı bir zorbalıkla hiyerarşiyi elinde tutan Bernarda’yı Korhan Başaran sahneye taşıyor. Başaran performansı boyunca kadın erkini, eril iriliğini sinir bozucu bir biçimde genişleten protez kalçalarının üzerinde yükseltiyor. Yas dönemi boyunca yönetimi altındaki kadınların evden dışarı çıkmasını ve dışarıdaki hayatın da evin içine sızmasını yasaklıyor. Fakat kadın kadına yaşanılan bu uzun muayyen periyot, yakışıklı ve genç bir erkeğin evin sınırlarını aşmasıyla sancılı bir hal alıyor.

Günümüzde pek çok tiyatronun farklı yorumlarla sahnelediği bu oyunun, tahakküm alanlarının baskı ve zorlamalarına dair eleştirel iletileri, aynı anda hem kadim hem de güncel olarak nitelenebilen onarılamamış toplumsal cinsiyet arızalarımıza değiyor. Fakat söz konusu iletiler, oyunu daha önce izlememiş ve Lorca’nın metnini okumamış bir seyirci için Bernarda evreninde pek de derinleşmiyor. Sanki bir bıkkınlıkla ıslık gibi bir şiir dizgesi oluşturularak, hikâye kurmaktan çok seyircinin hissetme biçimini estetize etmek isteğiyle Lorca’nın şiirleri hizaya sokuluyor. Böylece şiir sahnede ayrıksı bir yönerge gibi katılaşıp kalıyor. Şiirler olmasa da olur muydu? Bence evet, performansların dilsiz dili oldukça konuşkandı. Binnaz Dorkip’in sandığında Bernarda Alba’nın Evi balesi bulunduğundan olsa gerek, metnin dans sahnesine uyarlanmasında ve performansın hareket tasarımında alışkanlıktan gelen bir kıvraklık seziliyor. Bernarda karakterinin Korhan Başaran’ın erkek bedeninde mevzilendirilmiş olmasının, feminist perspektiften bakıldığında güçlü bir ikame hamlesi olarak karşımıza çıktığını düşünüyorum. Fakat aynı yapıbozumcu cesareti Bernarda dışındaki kadın karakterlerde bulamadığımı belirtmek istiyorum. Melih Efe Çınar’ın karikatürize ederek oynadığı “yakışıklı genç erkek” karakterinde de yeni ve kışkırtıcı bir şeyler aradım durdum ama yoktu. Bu yalın kat insancıkların düşük isyan yoğunluğunun tekrarı ne kadar can sıkıcı… Ne mi bekliyordum? Estas Tonne’nin gitarı, Lorca’nın şiirleri, dantel, sandık ve ayna kalıplarının zemininde titreşen Beterböcek estetiğinin iradesi tarafından, sahnede gerçekleştirilecek bir reform. İlerleyen işlerinde de Binnaz Dorkip’in biraz daha arıza çıkarmasını bekliyorum, feminist sanat tarihçisi Linda Nochlin’in kadınlara sözünü şuraya bırakarak: “…istikrarlı olarak problem yaratın.”[2]

Binnaz Dorkip’in sanatçı kişiliğine baktığımızda aslında bu arıza beklentisi çok da histerik gelmiyor bana. Tiyatro, opera, bale ve modern dans gibi ana sanat dallarında yoğun performatif üretimi olan sanatçı, sahneleme teknikleri alanındaki disiplinlerarası iş birliklerinde de oldukça deneyimli. Tiyatroda koreografinin sınırlarını bugün varlığını sürdürmeyen Stüdyocer sahnesinde, genel sanat yönetmenliğini Erdal Beşikçioğlu’nun yaptığı Hayvan Çiftliği oyununda zorlamıştı. Sanatçının platform ve nesne kullanımıyla inşa ettiği konstrüktivist koreografisi seyircinin beğenisini geliştiren bir estetik deneyim olarak etkileyiciydi ve bizi olduğumuzdan daha talepkâr bir hale getirdi. İlerleyen yıllarda yaptığı işlerde hazır malzemeyi performanslara entegre edişindeki yalınlığa müdavim olduk. Bu nedenlerle Bernarda’nın seyirci koltuğundayken beklentim yüksekti. Nitekim sahneyi dolduran tüm malzemeler Dorkip eliyle titizlikle tasnif edilip, maharetle hizaya sokulmuştu. Fakat aralarında kurulması beklenen ahenk bir türlü kurulamıyordu. Üstelik yapıştırıcı olarak seçilen becerikli sanatçıların performatif bir aradalığına rağmen… Peki neden?

Müzik koordinatörlüğünü Onur Yüce’nin yaptığı asamblajda dünya çapında bir gitarist olan Estas Tonne’nin müzikleri yer alıyor. Doğrusu tadı leziz fakat miktarı fazla. Oyun zamanında yol yarılandıktan sonra, zihni yormaya başlıyor. Zaman zaman ortam seslerine alan açan kesintiler ya da daha konstrüktivist ses yerleştirmeleri olsa seyir ritmimin dinamizmini kaybetmeyeceğini düşünüyorum. Bu noktada sahne çeperlerinde gelişen gölge oyunlarının beni oyuna bağladığını itiraf etmeliyim. Gölgeler, hafıza bulandıran damalı zeminiyle yüzey olma tehdidi ile karşı karşıya gelen sahne mekânını derinleştiriyor. Sahnedeki gölge oyunu kültürel bellekle kurulan doğrudan bir ilişki olmamakla birlikte, “uyarlama”nın samimiyetini kuvvetlendiriyor. Kostüm tasarımının başarısı ise çift taraflı işliyor. Bir yönde artık evrenselleşmiş Timburtonvari bir tasarım görgüsüyle bu performatif sahne asamblajını yerel sınırların ötesine taşıyan kostümler; uçuş uçuş, kat kat ve yarı saydam dokulu kumaşlarla ev içi atmosferini de hareme dönüştürerek tarihsel domestik tecritlerimizi hafızalarımıza geri çağırıyor. Kızların korsan şapkası mı, ferace şemsiyesi mi yoksa yas başlığı mı olduğu anlaşılmayan baş aksesuarlarındaki Ecnebi danteller, hiçbir yer/her yer zemini üzerinde dalgalanarak hem yer duygusunu karakterize ediyor hem de haremlik katmanlarla oluşturduğu zıtlıkla, farklı kültürler arasında kurulan bağlantının gerilimini artırıyor.

Seyirci olarak Bernarda’nın ayrıntılarını ayrıştırdığımda her bir unsurun çoktan “hazır” olduğunu görebiliyorum. Bernarda dışında başka amaçlarla üretilmemiş olmakla birlikte, Bernarda için üretilmiş gibi de görünmeyen bu unsurlar, kültür endüstrisinin hazır malzemeleri aslında.  Niteliklerinin vasatın üstüne çıkabiliyor olduğundan şüphem yok. Fakat kompoze edilişlerinde bir ipotek hali seziyorum; bir alacağı garanti eden taşınmaz rehininin soğukluğunu. Her bir unsur, tüm ketumluğuyla sahnede kristalize olarak parıldıyor fakat sahne bütününü feda ediyorlar.

Bernarda’nın prömiyerinden sonra yaratıcısı Binnaz Dorkip “oyun”u şöyle tanımlamış[3]: “Burada disiplinlerarası bir durum var. Şiir, dans, müzik hepsi bir arada. (…)Bu türe güncel olarak performans deniyor. Çünkü sanatçılar artık her şeyi bir arada yapıyor.” Yani şiir, dans, müzik hepsi bir arada ama revü ya da oses değil. “Oyun”un çağdaş sanat performansı olabilmesi için, parçaların belli ki sterilize edilmesi gerekiyor ve o noktada bütünü bir araya getiren dolgular aşınıyor. “Birleştirme” demek olan ve tıpkı kolaj, dekopaj ya da montaj gibi bir teknik olarak çağdaş sanat formlarında karşımıza çıkan asamblaj Dorkip’in uyarlaması için zorlama bir yakıştırma olmasa gerek. Hatta eklektik bir sanatsal yapma biçimine işaret ediyor. Bense dansın bu asamblaj formuna kendimi kaptıramıyorum. Daha ahenkli ve daha akışkan dizgelerin içinde kaybolduğum, sarmal bir estetik deneyime meylediyorum. Ancak sizin için durum çok başka türlü gelişebilir, gelişecektir. O nedenle sahnede Korhan Başaran, Müge Güleşen, Betül Karapolat, Melih Efe Çınar, Umut Sevgül, Ezgi Sonkuş, Selin Tekman ve Derin Beşikçioğlu’nun yer aldığı “Bernarda”yı hemen izlemenizi öneriyorum.

[1] Asamblaj terimini ilk defa Modernist Fransız ressam ve heykeltıraş Jean Dubuffet, 1953’te doğal veya hazır malzemelerin parçalarından oluşturulan sanat eserlerini tanımlamak için kullanmıştır.  Asamblaj, diğer adıyla “birleştirme” “(Assemblage) sanat dışında başka amaçlarla üretilen endüstriyel ya da doğal nesneleri çoğunlukla değiştirmeden yeni bir dizge içine yerleştirerek oluşturulmaktadır.

[2] Feminist sanat tarihçisi Linda Nochlin “Neden Hiç Büyük Kadın Sanatçı Yok?” sorusundan yola çıkarak 1971 yılında bir makale kaleme aldı. Kadın sanatçıların var olma mücadelesini irdeleyen Nochlin’in makalesi pek çok kadın sanatçı için esin kaynağı oldu ve Feminist Sanat’ın doğuşunda önemli rol oynadı. Nochlin kadınlara şöyle seslenmişti: “Korkusuz olun, sesinizi yükseltin, birlikte çalışın ve istikrarlı olarak problem yaratın.”

[3] 05.01.2019. Haşim KILIÇ, www.hurriyet.com.tr