Mağlup Bir Kral Lear

“İlk ısırıkla başladı her şey.Kıyım o zaman başladı.Zaman geçtiVe Lear sordu:“En çok hanginiz seviyor bizi?”Ve Lear sorduVe gök gürledi.“Sen her şeysin dediler bana.Yalan! Her şeysem niye üşüyorum?”Dedi.Ve aklıKendi lanetiyle zehirlendi.”

Kral Lear, Shakespeare’in dört büyük tragedyasından biri. Günümüze kadar birçok farklı ekip tarafından sahneye konulan Kral Lear, bu defa Haluk Bilginer çevirisi ve Muharrem Özcan rejisiyle Oyun Atölyesi tarafından sahneliyor. Oyunun çoğunlukla kapalı gişe sahnelenmesinde kuşkusuz ünlü oyuncu Haluk Bilginer’in payı büyük. Bilginer’i Kral Lear rolünde izliyoruz. Ona Berfu Öngören, Hare Sürel, Nazlı Bulum, Arif Pişkin, Deniz Celiloğlu, Kaan Turgut, Onur Özaydın, Sertan Müsellim, Efe Tunçer ve Hüseyin Sevimli eşlik ediyor. İki perdeden oluşan oyunun süresi ara ile birlikte toplam 140 dakika.

Oyun Atölyesi’ni sırf bu oyun için uzun zaman bilet bildirimlerini açarak takip ettim ve sonunda onlar Ankara turnesine çıktılar, ben biletimi aldım ve geçtiğimiz günlerde MEB Şura Salonu’nda Kral Lear’ı izledim.

Oyun iki ayrı öykü üzerinden ilerliyor. İlk öykünün konusu Kral Lear ve kızları.

Britanya Kralı Lear, artık yaşlandığı için ülkesini üç kızı arasında paylaştırmak ister ama bu paylaşımı yapmadan önce kızlarına cevabı mühim olan bir soru sorar: “Beni ne kadar seviyorsunuz?”. Lear’ın büyük kızı Goneril ve ortanca kızı Regan babalarına sevgilerini süslü cümlelerle, abartılı bir şekilde anlatırlar. Bu cevaplardan tatmin olan Kral en küçük kızı Cordelia’ya da aynı soruyu yöneltir. Cordelia’nın cevabı oldukça sade ve dürüstçedir. Babasını, “Bir evladın babasını sevdiği kadar sevdiğini” söyler, ne eksik ne de fazla… Kral Lear bu cevap karşısında sinirlenir, ülkesini iki kızı arasında bölüştürür ve Cornelia’yı evlatlıktan reddeler. Kral Lear’ın geri kalan hayatında istediği tek şey emrinde yüz adam bulunmasıdır. Ülkenin sahibi olan büyük kızlar için babalarının istediği adam sayısı oldukça fazladır. Kral bu isteğini önce büyük kızına kabul ettirmek ister fakat ret cevabı alır. Bu cevabın ardından ortanca kızına giden Lear, ondan da aynı cevabı alınca kızlarının gerçek yüzleri ile tanışır ve bu andan itibaren kendini bir delilik hâlinin içinde bulur.

Paralelde akan ikinci öykü ise Gloucester Kontu ve oğulları arasında geçer. Gloucester’ın iki oğlu vardır: Edmund ve Edgar. Edmund gayrimeşru çocuk iken Edgar meşru çocuktur ve bu durumda mirasın tek hak sahibidir. Mirasta hiçbir hakkı olmayan Edmund babasını, Edgar’ın onu devirmek istediğine inandırır. Edgar’ı da yalanlarıyla babasından ve ülkeden uzaklaştıran Edmund, kralın iki kızının aklını çoktan çelmiştir, hâkimiyet onun ellerindedir artık. Bu esnada Gloucester kızları tarafından sokağa atılan kralın hâline üzülür ve ona yardım eder. Edmund bu durumu da kendi lehine çevirerek babasını hain ilan ettirir ve ceza olarak Gloucester’ı gözlerinden ederler. Gözleri oyulan ihtiyar adam tıpkı Lear gibi evladı tarafından sokağa atılır.

Oyunun merkezini oluşturan Kral Lear ve Cloucester aynı kaderi paylaşırlar. İkisi de evlatları tarafından ihanete uğramış, soylu ama gücü olmayan kişilerdir. İkisi de yanlış evlatlarına güvenmiş ve bunun bedeli ağır olmuştur.

Gelelim bu oyunun ele alınış şekline.

Orijinal metne sadık kalınıp ilerleyişte hiçbir değişikliğe gitmiyor Oyun Atölyesi’nin Kral Lear’ı. Metindeki grotesk anlatım oyuna da yansıtılmaya çalışılmış ancak çok başarılı olunamamış. “Kara mizah” diyaloglar beklerken “Bana kaderimin bir oyunu mu bu?” gibi güncel denilebilecek diyaloglar duyduk. Bu durum beni üzse de seyirciyi memnun etmişe benziyordu.

Perde açıldıktan sonra Kral Lear tacı ve kraliyet giysileri içinde, oldukça güçlü, sert, donuk bir ifadeyle giriyor salona elindeki elmasını ısırarak. Siz bu elmaya “yasak elma” yakıştırmasını yapar mısınız bilmem, ama ben yaptım. Lear, kızlarına ülkeyi pay ediyor ardından aklını yitirip sokaklara düşüyor. Onun güçlü duruşu ülkesini kızlarına pay edip tacını yere bırakmasıyla son buluyor ve yerini çaresizliğe, deliliğe bırakıyor. Kızları, damatları ve Edmund iktidar mücadelesi verirken bu mücadele Lear’ın bireysel trajedisi oluyor.

Hikâye bu kadar güçlü ve akıcı iken sahnede bu akıcılık parça parça bir şeye dönüşüyor. Ortada bir hikâye, bir konu var ve herkes elindeki metinleri okuyup geçiyor gibi. Oyuncular karakterlerine hâkim değil gibi, duygudan yoksun gibi, hep bir eksiklik var gibi, gibi, gibi…

Bu eksikliğin temel sebeplerinden biri de dekor muhakkak: Kral Lear’da dekor yok denecek kadar azdı. Dekor konusunda minimalist tercihleri günümüz koşullarında anlıyorum. Farklı sahnelerde, pratik olsun diye, indirgenmiş bir dekor tasarımı kabul edilebilir. Ancak o takdirde böyle pahalı bir oyunun daha yaratıcı ve sofistike bir minimal tasarım dili kullanmasını bekliyoruz. Nitekim oyundaki diğer sahnelerden sıyrılan fırtına sahnesi işte bu bakımdan da iyiydi: kara kumaşın performansı. Sade ama yaratıcı. Diğer taraftan diğer unsurlarla bütünleştiren bir tarafı da var. Ekip, MEB Şura Salonu’nun büyük sahnesinde sadece orta kısmı kullanmayı tercih etmiş. Bu tercih oyunun izlenişini zorlaştırıyordu. Dekorun bu kadar sade kullanılmasının yanında kostümler de aynı derece sade ve çabasız bir görünüm içindeydi. Kostümde sevdiğim tek şey soylu karakterlerin bir kırmızı şapka takarak birden soytarıya dönüşmesiydi. Çok akıllıca ve pratik bulduğum bu ayrıntı aynı zamanda oyunun en güzel detayıydı.

Dekor ve kostümlerin sadeliği ışık yönetimi ile bir nebze hafifledi. Işık ve sesin kusursuzluğu oyunun akışını kolaylaştırarak noksanlıkları geri plana itmeyi başarabildi.

Kral Lear’da zirve fırtına sahnesiydi diyebilir miyiz? Ben derim ve hatta dedim bile. Bir kumaş parçası, loş mavi bir ışık, gök sesleri, aklını yitiren bir kral…

Kral, nasıl bir yanlış yaptığını doğanın ona karşı gelmesiyle anlar. Gök gürler, fırtınalar kopar, bu fırtına aslında bir iç hesaplaşmadır. Lear’ın psikolojik karmaşasının bir temsili iken aynı zamanda yokluğunda oluşan otorite boşluğunun da bir göstergesidir.

Fırtına sahnesi ile sahnedeki her şey verilmek istenen mesajı kusursuz bir şekilde iletti seyirciye. Kralın yokluğundan doğan otorite boşluğuna gök karşılık verdi, Lear’ın iç hesaplaşmalarını gök dile getirdi, oradan oraya savrulan iki babanın endişesini, hayal kırıklığını ve öfkesini dalgalar gösterdi. Bu iki adam bir şeyleri kaybettikten sonra gördüler gerçekleri. Gloucester’ın gözlerini yitirmesiyle aydınlandı gerçekler, Lear aklını kaybetmesiyle öğrendi gerçek dünyayı ve insanoğlunu.

Güçlü bir metin ve çok iyi oyunculardan böyle bir sonuç çıkması oyun bitiminde benim yüzümü düşürdü. Bilet fiyatlarının da bu denli yüksek olduğu Kral Lear’ı izlemek için sebepler nedir diye soracak olursanız şöyle sıralayabilirim:

  • Koltuğunuza yaslanıp sahnede Haluk Bilginer’i bütün ihtişamı ile izlemek.
  • Edgar rolünde izlediğimiz Onur Özaydın’ın herkesten sıyrılan performansına şahitlik etmek.

Benim için bu iki maddeden öteye gitmeyen bir oyundu ama aklımda şu sorunun da belirmesine bu oyun sebep oldu:

İnsan neden her şeyini yitirdikten sonra görür ki gerçekleri?