Tiyatro Üzerine: “Nora, Bir Bebek Evi”
“Nora, Bir Bebek Evi” oyununun yazarı, Norveçli, Henrik Ibsen’dir. Bu oyunu 1879 yılında kaleme almıştır. 19.yy. döneminde yazılan oyun çeşitli tartışmalara yol açmıştır. Oyunun içeriği ve akışı” feminist” kadını ele alan bir konu gibi görünse de Ibsen “Humanist” bir oyun diye tabir etmektedir. Gelelim konusuna. Bakalım sizce, hümanist mi yoksa feminist bir yaşantı mı?
Ibsen bir kadın yaratarak, bu kadının onun için belirlenmiş sınırların ve kendi hapishanesinden çıkmasını, kadınların da bir ayrıma sokulmaksızın, onların da toplumda bir birey oluşunu anlatmaktadır… Her ne kadar 19.yy. da yazılsa da konu hiç yabancı gelmiyor değil mi? Günümüzde de bu sıkıntıyı, sıkıntıları bir kadın olmakla beraber, bunun zorluğunu fazlasıyla yaşıyorum veya maruz kalıyoruz. Sürekli temkinli olmak, belirli kurallar ile yaşamak, ayıplar içinde, el âlem ne der’cilerle veya korku içinde yaşamaktan çok sıkıldım! Ancak bu oyun, birlikte bazı şeyleri aşmamız konusunda işaretler veriyor. Hepimiz belirli bir paketle dünyaya geliyoruz. Paket içerisine dahil olanlar; coğrafyan, zamanla kendini keşfedebileceğin yerleşik kültürün, unutmamak gerekir ki coğrafya bir zihniyet problemidir! 🙂 Standart olan bu paketi aşıp, tasarlayıp; bir dünya yaratabilmek, oynayabilmek, yazabilmek, bizlerin elinde. Böyle bir dönemde de kadın olmak ve bunun getirdiği zorluklar insanı yıpratıyor. Çünkü seni hep; yöneten, çeviren, kurallar koyan, sınırlar çizen birileri oluyor hayatında. En başta ailenin set duvarları olmayı istenilenler ve olamayıp oldurulmak istenileninleler… ve daha nicesi! Neden sürekli birilerinden korkmak zorundayız veya neden kadınlara böyle değersizce davranılıyor? Aldatılmak, kandırılmak…neden bunlar genelde kadınların üzerine yapılıyor? Eminim herkesin haklı bir cevabı vardır. Ancak zaten kısıtlı bir hayat yaşıyoruz ve bu hayatı da doya doya yaşayamamaktan korkmak, bir suç değilse de nedir? Suç işlemek için birini mi öldürmek gerekir? Neticede insanoğlu doyumsuz bir varlık, bunula beraber ne istediğini bilmeyen hatta bilmek de istemeyen, yalnızca kendi bastırılmış, örselenmiş duygularını bir başkasından karşılamak uğurunda; kaybettiklerini, yıktıklarını ve kırdıklarını gör(e)meyen varlık.
Tiyatro bize insanlığımızı hatırlatan; unuttuğumuz değerleri, ahlak sorgulamasını, yargıları, kalıpları sunan bir aynadır, biz onda kendimizi biliriz… Hikâyeye dönelim. Hikâyede de Nora’nın eşi Torvald’ı tanıyamadığı gibi. Nora sırrını büyük bir çaba içinde saklarken ve eşi de bunun farkındayken, Torvald bu sırrı kendi çıkarı için menfaat uğruna kullanmıştır. Nora, hayallerini süsleyen evliliğin ardında da böyle bir sahtelik görünce bulunduğu yeri terk eder. Kimse onu anlamamış olabilir; fikrini sormamış, kısıtlamış, kandırılmış, esir alınmış, baskılanmış olabilir. Ama Nora, tüm bu yaşantılarına ve kalp kırıklıklarına rağmen ayakta durmak ister. Peki siz ne yapacaksınız? Kabuğunuza çekilip, gelen geçenin dediklerine göz mü yumacaksınız yoksa savaşacak mısınız? Sizi bilmem ama kendimi bulma yolunda sonuna kadar savaşıp her kusurumla ayakta duracağım. Toplumdaki belirli düzen içerisindeki kurallar herkes için geçerli, erkek-kadın ayırt etmeksizin. Kimse bu dünyada birbiri üzerine yarış ve ayrımcılık yapmadığı vakit mutlu olacağız. Bu yaşam hepimizin. Ve kadınlar da bu hayatın çekilmeyen zorlu anlarında, yüzünüze bir tebessüm etmek için varlar. Birbirimizi incitmek sadece bize zarar verecek. Sevgi ile iyileşeceğimiz günlere…
“Hayat kat kattır. Babil’in Asma Bahçeleri gibi teraslar hâlinde yükselir ve bir terastan bir terasa sizi kadınlar götürür. Ve bugün durduğunuz teras, seyrettiğiniz manzara, gördüğünüz hayat yanınızdaki kadının terası, manzarası ve hayatıdır…”