Üç genç sanatçının vicdanlarımıza fırlattığı bir işaret fişeği, Soytarılar 2024
Yolunuz düştü mü, hiç uğradınız mı bilmiyorum ama Reşit Galip Caddesi no: 11’de çok güzel bir sahne var. Sahneye ulaşınca minicik bir kapı ve Sahne 367’nin tabelasını görüyorsunuz. Sonrasında merdivenler ve akıllıca tasarlanmış bir mekan…
Oyun öncesi kapı önünde koyu bir sohbete dalmıştık ki salonu açtılar ve yola koyulduk. İçeri girer girmez duvarlara asılmış ve oyunda da kullanılan komik, fosforlu gözlüklerle bizi karşılayan ve bu halleriyle bizde tebessüm uyandıran güzel posterler gördük. Her bir posterde faklı biri vardı ama bunlar oyuncular arasından kişiler değildi. Aslında Naz, Alper ya da Faysal Can’ın bir posteri olsaydı bu şekilde almak isterdim 😊
Sonra koltuklara geçtik ve bence güzel düşünülmüş ve oyun içerisinde de kullanılan bir ekranda oyun için geri sayım başladı. Bizler de heyecanla oyunu bekledik.
Gelelim oyuna;
Oyuna gitmeden önce sadece tanıtım yazısını okumuştum ve şöyle diyordu:
“Soytarılar, mahlasların ardına gizlenip bize duymak istemediğimiz gerçekleri anlatanların ironik öyküsüdür. Mekan, ayağınızın bastığı her topraktır. Olay örgüsü, her seferinde aynıdır: Birileri gerçekleri söyler ama onları dinlemezsiniz. Canı ateş etmek isteyen sebep sebep ağlarını ördüğünde, dönüp dolaşıp o ağlara takılıverirsiniz. Zaman ise döngüseldir. Hatırlasanıza, bunları 1914’te, 1939’da, 1945’te ve 1980’de tekrar tekrar yaşadınız -neyse, neyse size eski günlerinizi hatırlatacak değiliz. Bu olanların sorumlusu siz değilsiniz ne de olsa! Biz geleceğe bakalım. Soytarılar 2024, üç genç sanatçının vicdanlarımıza fırlattığı bir işaret fişeği. Zaten şunun şurasında dünyanın birbirine girmesine kaç senemiz kaldı ki?”
Son cümle biraz vurucu değil mi? Ben öyle hissetmiştim ilk okuduğumda.
Oyun başladı ve bir süre anlamaya, anlamlandırmaya çalıştım. Aslında hal, tavır ne çok şey anlatır. Bunu bu oyunda bir kez daha hissettim. Sadece söze, mutlak bir metne de gerek yok tiyatro için, bir duruşla da anlatabilir oyuncu ne demek istediğini, ki bu oyunda sözden çok duruşun anlattığı şeyler vardı. İşin romantik tarafından bakınca bu durum hoşuma gidiyor, merak uyandırıyor ve aklımda olayın çözümlenmesi için beni çokça düşünmeye sevk ediyor. Ancak diğer taraftan oyunu anlamlandırmak, acaba ne demek istedi sorusuna bir cevap bulmak ya da bulamamak zaman alıyor. Bu bakımdan da biraz yorucu olduğunu belirteyim.
Oyun içinde zaman zaman mini soluklarla ekrana yansıyan yazıları okuduk, tabii Almanca’dan sonra ben koptum ama anlatılan şey aynıydı. (Bu arada korkmayın, oyun Türkçe!) Oyunda her şey bir vücut olmuşcasına güzel bir senkronizasyon içindeydi. Işık ve müziğin ahengi, özellikle de kullanılan melodiler çok hoşuma gitti. Mavi ışığın kullanılması ve bir-iki noktadaki geçiş dışında hiç yorulmadım. Bu yorgunluk dediğim şey de ani geçişlerdi sadece. (Maviden beyaza) Gözün adapte olması zaman alıyor ama oyunun iki perde olması ve bir temiz hava alıp gelmek beni dinlendirmişti.
Oyundaki yolculuk çok güzel resmedilmişti. Bu sahne defalarca işlenmiş ama tekrarını izliyor gibi bir hisse hiç kapılmadım, hep bir sonraki adımı merak ettim. Her seyirci farklı bir yöne bakar ama ben en çok Naz’ın tuttuğu şemsiyeye ve onu ne tarafa doğru yönelttiğine baktım, ayrıca şemsiyeyi ışıklandırma fikrine bayıldım.
Soytarılarla empati yapmaya çalıştım bir noktaya kadar, bir ara “Bunlar delirmiş.” dedim içimden ama inançlarına sarıldım. Oyun tuttu beni ve “Bir kez daha gitsem, yine aynı şekilde kucaklar beni.” dedim. Sanıyorum 2019’da yine soytarılar Riki, Papi ve Buko’yu ziyarete gideceğim. Belki ikinci kez izledikten sonra yine yazarım.
Ha unutmadan, oyundan sonra bir teşekkür için oyuncuları bekleyebilir ve varsa eleştirinizi doğrudan iletebilirsiniz. Çok güzel insanlar ve yaptıkları iş için ayrı, oyunları için ayrı alkışlıyorum.