Röportaj | İlham Yazar

İlham YAZAR ile keyifli bir sohbet gerçekleştirdik. 27 Mart Dünya Tiyatro Günü’ne özel yayına aldığımız bu röportajda Özgür Ceren Can sordu, İLHAM YAZAR cevapladı.

Özgür Ceren Can: İlham Yazar kimdir, sanat macerasına nasıl başladı?

İlham Yazar: İşte babam vasıtasıyladır tiyatro hikayesi. Oyunların ışık kreasyonlarını yapan ışık kreatörüydü babam. Tabii 35-40 sene öncesinden bahsediyorum. Tiyatroya, turnelere gider gelirdim. Öyle bir aşinalığım var. Hani babamın yaptığı oyunlar, ışık masasının oradan oyun izlemeler, oradaki aletleri kurcalamalar, ona bakmalar, ona dokunmalar, oyun esnasında yanlışlıkla yapılan ufak tefek hatalar falan filan… Sonra ben ilkokul beşteyken, bir oyun için o yaşlarda bir çocuğa ihtiyaç olmuş; Can Gürzap yönetiyordu: “Bir Ölümün Toplumsal Anatomisi”. Ben ilk defa o zaman sahneye çıktım, figüran olarak.

Özgür Ceren Can: Devlet Tiyatroları’nda mı?

İlham Yazar: Devlet Tiyatrosu’nda, Büyük Tiyatro’da. Öyle yani aile ve babamın mesleği dolayısıyla, sürekli içlerinde oluyor olmam, bir de okulu çok seviyor olmam meselesiyle konservatuvara hazırlanmaya başladım ve kazandım. Yirmi bir yaşımda Devlet Tiyatrosu’nun sınavlarına girdim. İlk Devlet Tiyatrosu sınavıdır o. Onunla Diyarbakır’a gittim.

Özgür Ceren Can: Biraz o maceradan da bahsedin. Nasıl geçti? Kaç yıl kaldınız?

İlham Yazar: Diyarbakır’da altı yıl kaldım. Diyarbakır biraz daha hassas bir konumdaydı, Körfez Savaşı falan, onun azıcık öncesi. Durumları tahmin edersiniz. O sebeple, tırnak içinde biraz daha uyum sağlayabilecek -nasıl anladılarsa onu da bilmiyorum da- kaba deyimiyle eli yüzü düzgün bir kadro oluşturmaya çalıştılar Diyarbakır için. Çok iyi arkadaşlarım vardı, çok iyi zaman geçirdik. Işıl Kasapoğlu’yla tanıştık, çok enteresan oyunlar oynadık. Shakespeare’ler, antik oyunlar, çok enteresan bir repertuvar… Hani normal koşullarda şey diye düşünülür ya, “Şimdi bunu yapıyoruz ama buranın halkı, falan filan…”, hiç öyle şeyler yok yani. Önce oraya ısınmaya gelen çocuklar vardı salonun içine, sonra gördükleri şeylerden etkilenip -benim için çok önemlidir- onu alışkanlık haline getirip, sonra konservatuvar sınavlarına girip, sonra da öğrencim oldular.

Özgür Ceren Can: Harika bir şey.

İlham Yazar: Evet. Yani zaten oraya gitmenin başka ne amacı olabilir ki? Ankara’ya geldim, hala da buradayım. Burayı seviyorum ben.

Özgür Ceren Can: İlk zamanlar oyuncu olarak sahnedeydiniz.

İlham Yazar: Sahnedeydim. Hani oyun oynuyordum. Sonra da nasıl oldu bilmiyorum, bu yönetmenlik meselesi kafamı kurcalamaya başladı.

Özgür Ceren Can: İlk yönettiğiniz oyunu hatırlıyor musunuz?

İlham Yazar: Hatırlıyorum. UMAG’ın Uğur Mumcu Anma Gecesi için, “Bugün Ne Yazsam?” adlı Işık Kansu’nun yazdığı oyun. Levent Ülgen’le beraber çalışmıştık. Levent sahnede olması gerektiği için benden rica etmişti. Tiyatral olarak yaptığım ilk oyun odur. Ama bir bale deneyimi de var bende, cahil cesareti diyeyim ben ona. Ken Kesey’nin ünlü Guguk Kuşu romanını baleye uyarlayıp librettosunu yazıp, bir de cesarete bakın, operada dansçılarla sahneye koyduk, koreograf İhsan Bengier’le beraber.

Özgür Ceren Can: Tiyatronun ne olduğuna dair bir sürü tanım, anlatı, ifade var kendi külliyatında. Çok kişisel olarak İlham Yazar için tiyatro nedir?

İlham Yazar: Mesleki açıdan hayallerimi, fikirlerimi ifade edebildiğim, tırnak içinde maharetimi gösterdiğim ve onu seyirciyle paylaşabildiğim bir yer ne mutlu ki. Onun haricinde, biri bir şey almak istiyorsa alır, hiçbir şey de almayabilir. Yani tiyatro benim için kendimi ifade edebildiğim bir alan.

Özgür Ceren Can: Sizi farklı disiplinlerden neler besliyor tiyatro yaparken?

İlham Yazar: Tabii ki konservatuvar birincildir. Çünkü orada şan var, şandan arkadaşlarımız var, nota yazımdan, baleden, danstan, modern danstan arkadaşlarımız var. Yani hep beraberiz orada, klasik müzik, klasik batı müziği… Yani oranın biraz laylaylom geçtiğini hissederken aslında, hep onlarla ilişki içinde olduğunuz için onların sizi biraz şekillendirdiğini ve yönlendirdiğini ya da orada yaşananları hafızanıza attığınızı biliyorsunuz. Sonra özel olarak film izlemeyi, sinemayı çok seviyorum. Oyunlarımda müziğin çok büyük bir etkisi var. Bir oyun çalışacaksam eğer müzik dinlemeye başlıyorum. Sonra o dinlediğim müzik, hani meslek sırrı değil ama, benim temel meselelerimden biri sahnelemedeki. Müzik dinlerim, o müziğin bana hissettirdiği şeye göre sahneyi hayal ederim.

Özgür Ceren Can: Şu anda hem Devlet Tiyatroları’nda çalışıyorsunuz, hem üniversiteyle bağınız var, Bilkent Üniversitesi’nde öğretim görevlisisiniz, hem de özel tiyatrolarda oyun yönetiyorsunuz. Bunların her birini ayrı ayrı bir değerlendirebilir miyiz?

İlham Yazar: Ne Devlet Tiyatroları alınsın, ne özel tiyatrolar alınsın. Benim için birincil olan okul meselesi. İlk olarak, tiyatro ahlakı -kendimce- tiyatro disiplini, mesleki disiplin ve ahlak meselesini beraber çalışırken nelerin daha çok yapılmaması gerektiğiyle ilgili yola çıktığımız için, çok özel bir yeri var okulun. Öğrencilerle çalışmanın, profesyonel oyuncularla çalışmaktan şöyle farkları var: sıfır tecrübe ama onları isterseniz düz duvara tırmandırabilirsiniz. Bu harikulade bir şeydir. Birilerinin mesleki hayatında temel yerlerde durduğunuz için, onları yönlendirecek insanlar olmanın sorumluluğu da onu çok yıpratıcı bir hale de getiriyor. Devlet Tiyatrosu’nun şöyle bir avantajı var tabii ki, olanakları çok fazla. Bu avantaj özel tiyatroda şöyle bir şey: hani oradan yedi tane robot kullanarak bir şey yapamıyorsunuz ama, dışarda kısıtlı bütçeyle yapılan tiyatrolarda da yaratıcılığınız artmaya başlıyor. Hani “E bunu böyle yapamayacağımız aşikar, o zaman nasıl bir çözüm bulmalıyız?” meselesi. Devlet Tiyatrosu’nda da sonsuz bütçeler falan yok hele son zamanlar, tahmin edeceğiniz üzere. Ama tabii ki olanakları çok daha fazladır, sahneleri çok daha donanımlıdır. Tabii bir revizyona ve yenilenmeye ihtiyacı var ama.

Özgür Ceren Can: Sizce sanatı kim desteklemeli?

İlham Yazar: Sanatı devlet de desteklemeli, özel sektör de desteklemeli, o da desteklemeli, bu da desteklemeli. Çünkü ben, kaba deyimiyle, bilim ve sanat insanıyım. Ben onlara inanıyorum daha çok. Onların bizi -doğru düzgün yapılırsa eğer- ilerleteceğini, daha genişleteceğini, daha özgür bırakacağını düşünüyorum. Bu sebeple sanatı, bizi herkes desteklesin. “Bizi destekleyin, biz de kafamıza göre takılalım.” böyle bir şeyden bahsetmiyorum. Desteğin karşılığına gelince, gerçi sanatta biraz göreceli bir şeydir başarı, kime göre neye göre, biraz değişir ama genelgeçer de bazı doğrular vardır. O desteğin karşılığını da göstermek lazım. Bizim yaptığımız işlerin niteliğini, niceliğini yüksek tutarak onlara “Yok ya buralara dokunmayalım. Bunlar iyi şeyler, bunlar eli yüzü düzgün şeyler.”i dedirtmemiz gerekiyor.

Özgür Ceren Can: Türkiye’deki tiyatro eğitimini nasıl buluyorsunuz?

İlham Yazar: Türkiye’deki diğer eğitimler gibi tiyatro eğitimi de yarım yamalak oluyor, şahsi fikrim. Çünkü devletin bu konudaki desteğinin az olduğunu düşünüyorum. Öğretmen yetiştirme meselesinde dışarda neler oluyor, yurt dışında eğitim-öğretim nasıldır? “Oralara gidin, biz size paranızı verelim, karşılayalım sizin masraflarınızı. Bakın, dış dünyada bu iş nasıl yapılıyor. Ama sonra gelin ve oradan öğrendiklerinizi kendi süzgecinizden geçirip, bizde bizim öğrencilerimize anlatın.” diyen bir şey olduğunu düşünmüyorum. Böyle bir şey yok. E öyle olmazsa kendi içine kapalı, klişe… İşte şey vardır ya, “Evet dünyada tiyatro birçok yerde bizdekinden 30-40 sene daha ilerde bence. Ama işte Türk oyuncusunun duygusu, bilmem nesi…”

Özgür Ceren Can: Sizin oyunlarınızı size sıralamak gibi olmasın ama, biraz isimlerini anmak istiyorum: Yastık Adam, Joko’nun Doğum Günü, Japon Kuklası, Mojo, Jerry ve Tom, Shakespeare Zorda ve Marquis de Sade oyunlarını sahneye koydunuz, pek çok başka oyunla birlikte. Tiyatroda ne tür metinler ilginizi çekiyor?

İlham Yazar: Kaba deyimiyle, ben herhangi bir metinde bir damar, bir cevher varsa anlatımla ilgili bir şeyden bahsediyorum… Aslında edebi olarak, tırnak içinde söylüyorum, şimdiye kadar benim karşılaştığım en iyi metinler Yastık Adam’ın ve Tüy Kalemler-Marquis de Sade’ın metinleridir. Ama onun yanında, bir şeye değinmeyen bir şey olmaz zaten. Öyle gündelik bir hikayeyi anlatan, çok edebi değeri olmayan, ama benim “Şuradan anlatırsam bunu, son derece eğlenceli olur.”  diyeceğim herhangi bir metin  benim ilgimi çekebiliyor. O yüzden bir ayrım yapmıyorum.

Özgür Ceren Can: Okurken hemen sahnede görüyor musunuz oyunu? Yoksa yavaş yavaş mı şekilleniyor?

İlham Yazar: Artık tecrübe sanıyorum böyle bir şey, ama bu iyi bir şey diye söylemiyorum, iyi bir şey değildir belki de bilmiyorum. İlk zamanlar, ilk yönetmenliğe başladığım zamanlar böyle değildi, o sonradan sonradan şekilleniyordu ama şimdi otuz üçüncü oyunumu yaptım herhalde. Yirmilerden sonra okurken okurken, ha burayı şöyle, burayı şöyle diye kafamdan geçmeye başladı.

Özgür Ceren Can: Yerli metinlere ulaşmak konusunda sıkıntı çekiyor musunuz peki, yerli yazarlarla çalışmak konusunda? Gerçi Afife Ödülü’nü aldığınız oyun Antabus, Seray Şahiner’in oyunuydu. Son oyununuz Radyo-yu Hümayun da yine Özlem Lale’nin oyunu. Ama hani tiyatro özelinde bu çok söyleniyor, yerli yazarların metinlerine ulaşmak konusunda bir sıkıntı var mı?

İlham Yazar: Bence yok, benim için yok. Ha işte cümleyi böyle kurunca, “kendini beğenmiş” falan filan diyorlar, aslında öyle değil. Bana çok geliyor metin zaten. Özellikle Seray’la (Şahiner) ve Nihal’le (Yalçın) Antabus’u çalıştıktan sonra.

Özgür Ceren Can: Önce Antabus’la ilgili bir şey sormak istiyorum. Çok acı ve derin meseleler ama mizahi bir anlatım diliyle anlatılıyordu ve o tercih seyirciyi biraz ters yüz etti. Çünkü o konuda biz şikayet etmeyi, ağlamayı fakat hiçbir şey yapmamayı tercih eden bir toplumuz. İçinde yaşadığımız coğrafyada çok fazla eril tahakküm söz konusu kadınların hayatları üzerinde ve oyun bize “Siz bu hikayenin neresindesiniz?” diye soruyordu. Siz İlham Yazar olarak bu hikayenin neresindesiniz?

İlham Yazar: Tamamıyla kadının yanındayım. Tamamıyla orasında, orada duruyorum. Metni okuduğum zaman, “Bu fazla trajik. Bunun keşke bir de öteki tarafı, bundan sonrası olsa.” dediğimde Nihal (Yalçın) bana, “Zaten onun kitabı var, ben sana kitabını yollayayım, cahil kalma.” dedi (Gülüyorlar.). Kitabı elime aldığım zaman gördüm ki, onun bir ikinci kısmı var zaten. Beni asıl cezbeden “Bir böylesi var, bir de böylesi de var, bir de bu tarafından da bakılabilir.”di ve tabii ki Nihal’in yeteneği… Hani her yönetmenin çalışmak isteyeceği bir kadın oyuncu, olağanüstü yetenekli bir kadın. Bu trajik bir hikaye fakat Leyla, bu başına gelenlere biraz da hayata o esprili tarafından bakarak dayanabilen bir kadın gibi geldi bana. Seray bunun ipuçlarını vererek yazmış zaten. Yaz tatilinde Radyo-yu Hümayun’u görünce, “Aa ne kadar eğlenceli, tamam altında bak bu kadın meselesi de var -ki bence var- biraz kadın egemen, erkek egemen değil de.” diye düşündüm. Hani her ne kadar varsayımsal bir hikaye olduğunu anlatsak da, tarih olarak Osmanlı’nın son dönemlerine denk geldiğini varsayabiliyoruz. Gerçek karakterler değil, gerçek hikayeler veya yaşanmış şeyler olmamakla beraber, o zamanlar kadınların bu kadar baskın olduğu bir anlatı benim hoşuma gidiyor. Çünkü hakikaten biz ne yaptık ya 2500 senede, hani dünyanın hali ortada. Belki de daha iyi yapacak kadınlar. Söz sahibi olurlarsa meselesi de var onun, çok baskınlar çünkü kadın karakterler Radyo-yu Hümayun’da.

Özgür Ceren Can: Üstelik bir noktada erkek karakterler tarafından idadi mezunu olmakla, daha az eğitimli, daha az olanak sahibi sosyal hayatta daha az varlarmış gibi eleştirilmekle birlikte oyun içinde onları da yönetiyorlar aslında.

İlham Yazar: İşte zaten tatlı olan tarafı o. Özlem’in metninde sevdiğim taraf da oydu. Neredeyse biraz absürt gibi duruyor, kadınların durumu daha idare ediyor olmaları.

Özgür Ceren Can: Bir taraftan o dönemin tarihsel koşullarıyla örtüşüyor ama, tam da Osmanlı’da da feminist hareketlerin, dergilerin, derneklerin falan ortaya çıktığı dönemler.

İlham Yazar: Tabii tam o zamanlar. Ama oyunun beni daha da mutlu eden, heyecanlandıran tarafı hikayenin orada bitip, ondan on yedi on sekiz sene sonra 1927’ye ilk radyo yayınının yapıldığı güne gelmesi.  Yani Cumhuriyet’in ilan edilmiş olmasından sonraki ruh halini göstermek açısından benim için çok önemli. Ama bunun altını çizmiyorum her zamanki gibi.

Özgür Ceren Can: Günümüzde iki farklı tiyatro yapma biçimi görüyorum ben seyirci olarak. Bir tanesi çok prodüksiyona dayalı olup, ışıklar, sesler, efektler, hatta video mapping’ler falan barındıran sahnenin üzerinde, büyük prodüksiyonlar. Biri de kara kutunun içinde çok çıplak oyuncu, metin ve performans üzerine yoğunlaşan bir tiyatro yapma biçimi. Nasıl değerlendiriyorsunuz bu iki farklı yönelimi?

İlham Yazar: Şöyle, sanki yuvarlak bir cevapmış gibi olacak ama, hikayeyi okurken, metni nasıl algıladığınız ve  kendi koşullarınızı düşünerek onu sahneye nasıl koyacağınızla ilgili bir şeydir. O da var, e bu tarafı da var. Metinde o damar dediğim şey güdüsel bir şey, okuduğum öğrendiğim bir şey değil. Tamamıyla içgüdüsel bir şeyden bahsediyorum. Onu da yapabilirim, öteki türlüsünü de yapabilirim. Bu sadece metnin bana hissettirdiği şeyle ilgili. Bir hikaye öyle de anlatılabilir, eğer tutarlı ve yolunu biliyorsak, böyle de anlatılabilir. İkisine de ihtiyacımız var. Avrupa ve Amerika daha çok o taraflarda, çok klasik eserler yoksa. Shakespeare yorumları, Tennessee Williams yorumları, Miller’lar da artık hiç dekor olmadan, enteresan ışıklar, arkada tuhaf hareket eden panolarla falan anlatılmaya başladı. Bunun sonu yok ki zaten.

Özgür Ceren Can: Çok teşekkür ederiz, yorduk sizi.

İlham Yazar: Rica ederim. Ben teşekkür ederim.