“Sen Hiç Kendinle Karşılaştın Mı?”: Terörist

Oyun, seyircinin koltuklarına yerleşmek için salona girdiği an başlıyor. Loş ışıkta çoğunlukla siyah üzerine inşa edilmiş oyun dekoru ve dekordaki keskin kırmızı ve siyah tonları seyirciye girer girmez bir kasvet veriyor. Bu kasvet, oyun boyunca müzik ve oyunculukla daha sonrasında da destekleniyor. Oyunun ilk sahnesinde replik yok, mekanik bir şekilde gittikçe yükselen ve genelde rahatsız edici müzik ve akabindeki hareket performansını izliyoruz. Oyunda insanın yaşadığı varoluşsal bunalımlara ve hakikati arayışına sembolist göndermeler olduğu gibi bu durum rahatsız edici müzik, fiziksel hareketlilik, dans gibi ögelerle birleşince oyundaki doruk noktasına ilk sahneden ulaşıyor. Sonra hikâyenin akışı başlıyor ve o replik yankılanıyor kulaklarda: “Sen hiç kendinle karşılaştın mı?”. Hikâye akmaya devam ettikçe birçok kere kendimizle karşılaşıyor ve birçok kere oturduğumuz yerden kendimize bu soruyu soruyoruz. Birçok kere “terörist”le karşılaşıyoruz, onunla konuşuyoruz.

Ankara DT yapımı, Rıdvan Şentürk’ün yazdığı ve Selçuk Göldere’nin yönettiği oyunda başlıca rolleri Eren Oray, İclal Karaduman, Cebrail Esen ve Sevgi Temel paylaşırken, oyunculara Deniz Alp, Ebubekir Bora ve Deniz Çalışkan dansta eşlik ediyor. Oyunun müzikleri Özgür Can Alkan’a, koreografisi Deniz Alp’e, dekor ve kostüm tasarımı ise Gökçe Şener’e ait.

Peki neden “Terörist”? Oyunun isminin Terörist olması, insan doğasına Hobesiyen bakış açısı ile yaklaşılmasından yani “İnsan insanın kurdudur.” görüşünden geliyor olsa gerek. Çünkü terörist bizi kendimizle yüzleştiriyor ve herkes aslında bir başkasına ve kendine de bir o kadar terörist mi sorusunu sormaya itiyor. Tabii bu bakış açısı kapitalizm üzerinden ağır bir sistem eleştirisi gibi algılanabileceği gibi dünyadaki bulunuşumuzu sorgulayan varoluşsal yorum olarak da düşünülebilir. Karanlık, gergin, somut ve bir o kadar da rahatsız edici; izlediğiniz yerden sizi yoran bir yorum.

Oyun metinsel anlamda bir hayli absürt tiyatro gibi duruyor. Ama nedense bana absürt tiyatrodan ziyade “in yer face” akımını hatırlattığını söyleyebilirim. Özellikle bahsettiğim “seyirciye oturduğu yerden bir rahat vermemek” üzerine kurulu reji anlayışı tam olarak bu akımın amaçladığı ana unsur. Aynı metin farklı bir rejiyle sahneye koyulsaydı aynı rahatsız edici etkiyi verebilir miydi emin değilim, bu yüzden metinsel anlamdan çok, reji seçiminin bana böyle bir yorum yaptırdığını söyleyebilirim. “Suratına tiyatro ya da yüze vurumcu tiyatro”, 90’lı yıllarda İngiltere’de  tiyatro yazarlığında ortaya çıkan şiddet, cinsellik, uyuşturucu, cinayet gibi ögelerin yazılarda vurgulanması gerektiğinin özellikle altını çizen bir akımdır. Zamanla aynı konuların pratik anlamda tiyatro sahnesi üzerinden düşünülmesi, sahnede bu konuların her türlü fiziksel ve dilsel şiddetin üstüne basa basa gösterilmesi hâline dönüşmüş ve günümüzde de oyunlarda uygulanan bir anlayış hâline gelmiştir.

Oyunculuk kısmına gelecek olursam, gerçekten de sahnede kan ter içinde kalmayan bir oyuncu hatırlamıyorum. Her an bir devinim, hareket ve diyalog içindeydiler. İzlerken gerçekten oturduğum yerde yorulduğumu hatırlıyorum. Sanırım “in yer face”’in hedeflediği şey de tam olarak bu. Özellikle oyundaki danslar olay akışına çok farklı bir tat katıyordu. Hem estetik anlamında hem reji-sel bir tercih olarak oldukça hikâyeyi besler bir hâlleri vardı.

Oyunun kritikleştirilmesine biraz da değinmek istiyorum. Oyun, Kasım 2018’den beri oynanıyor. Ankara DT’nin böyle bir oyun sahnelemesi beni kişisel anlamda gerçekten çok mutlu etti diyebilirim. Alıştığımız geleneksel ve alışılagelmiş kalıpların dışına çıkan, yeni bir anlayış içeriyor fazlasıyla. Fakat genel anlamda izleyici kitlesi olarak bu tarz deneysel ve yeni yorumlamaları kritikleştirme konusunda fazla acımasız olduğumuz kanaatindeyim. Tek gittiğim oyunlarda oyun çıkışlarında dönüş rotamın aynı olduğu insanları hep bulurum; 30-40 saniye de olsa aynı yoldan yürürken oyun yorumları duyduğum da çok olur. Özellikle kulak da kabartırım. Bu oyunun çıkışında duyduklarımı şöyle sıralayabilirim: “Kuru gürültü!”, “Başıma ağrılar girdi.”, “Hocam, ne anlatılıyordu şimdi ben mi anlamadım bir tek?”, “Kafamı yoramam bunun için, kafa dağıtmaya geldik güya!” tadındaydı. Şahsi fikrim sanat da tiyatro da insan ondan ne almak istiyorsa onun için yapılır veya yapılmalı. Evet, tiyatronun mesaj verme gibi bir kaygısı vardır ama mesaj vermek için de tiyatro yapılmaz. Anlatılmak istenen şey “dan dan” diye gözümüze sokulsaydı sanata, estetiğe, subjektifliğe, biricikliğe dair ne kalırdı ki elimizde? O zaman tiyatro izlemenin bir anlamı kalmazdı kanımca herkes evinde tiyatro metinlerini alıp okuyup ne anlattığını bulma çabası içine girebilirdi. “Terörist” oyunu üzerinde ise bu amacın özellikle altının çizilmek istenmesi de cabası. Mesela, oyun girişinde ön sırada oturan seyircilere oyuncular tarafından kolonya ikram ediliyordu, o kadar hoşuma gitti ki. Oyun çoktan başlamıştı ve seyirci olarak biz de içindeydik. Ben ikinci sırada oturuyordum. Bir oyuncu meraklı bakışlarımı fark edip bana da kolonya uzattı, gayet güzel kokan bir lavanta kolonyasıydı ve oyun boyunca kokusu elimden gitmedi. Yine ön sıradaki seyircilerden bazılarına beyaz fincanda kahve ikram edildi ve aynı fincanın dekorlaştırılmış ve içinde su olan hâli, oyunun ilerleyen kısımlarında oyuncular tarafından dans gereci olarak kullanıldı. Yine aynı şekilde oyundaki Adam karakterinin terlikleri… Aynı terlikler büyütülmüş ve dekorlaştırılmış hâli ile kendisine yatak oldu daha sonra.

Oyunun sonlarına doğru oyuncular, seyircilerin fotoğraflarını çekmeye başladılar. Benim de oldukça yakın mesafeden yüzüme flaş patlatılarak çekilmiş bir fotoğrafım oldu. Yani bu tarz yorumlamalar aslında hayal gücümüzün ne kadar sınırsız olduğunu ve bizim kendimizi ne kadar sınırladığımızı gösteriyor. Sen o fotoğraftan, o terlikten, o kahve fincanından ne almak istiyorsun? Senin hayatındaki yeri ne? Seni heyecanlandırdı mı, düşündürdü mü, kızdırdı mı, ya da neyi hatırladın, hatırlamak istemedin? Bunlar tam olarak bizi duyguya girme dediğimiz olguya iten-ki bence bazen çoğu oyunda yakalayamadığımız- çok kıymetli anlar. İlla birini sahneye çıkıp “Evet, bu oyun ana karakterimiz elmanın başına neler geldi neler… Siz de elma gibi bunu bunu yaparsanız ağzınıza biber süreriz.” demesini beklememek gerek gibi hissediyorum tamamen şahsi bir görüş olarak. Oyun bizi hiçbir oyunun bırakmadığı kadar özgür bırakıyor, aslında sahnedeki her an, her saniye bizimle ilgili, geriye bizim onlara nasıl reaksiyon gösterdiğimiz ve onlardan ne aldığımız kalıyor.

Not: Yazının kapak görselinde kullanılan fotoğraf Devlet Tiyatroları Dijital Oyun Bilgi Sistemi‘nden alınmıştır.

Hicran Erol