Tiyatroda Travma Envanterciliği

Yo Yo, “Babamı Kim Öldürdü?” Oyunu Hakkında Bir Şeyler:

Moda Sahnesi tarafından Fransız yazar Édouard Louis’nin romanından sahneye uyarlanan “Babamı Kim Öldürdü?”, Kemal Aydoğan’ın yönetmenliğinde, Onur Ünsal’ın oyunculuğuyla sahneye taşınıyor. Tek kişilik oyuncu performanslarının çoğunlukla parmak ısırttığı bu tip oyunlarda, oyuncu sahnede ne kadar güçlü var olursa olsun, yazarın zihin bulantısı oturduğunuz yerde sizi tutabiliyor. Tiyatro oyununun sahnede söyleve dönüşme potansiyeli her formunda bulunmakla birlikte tek kişilik oyunlarda biraz daha fazla oluyor sanki. İtiraf etmeliyim oyunun başlangıcında Onur Ünsal sahneden “Bu böyledir, bu da böyle, hım hım hım…” diye söylenirken oyunun evrenine girmekte biraz zorlandım. Metin bana yer yer fena hâlde didaktik gelmekle birlikte aile içi şiddetin duygu ortaklığına odaklandığı noktalarda geçirgen, neyse ki zaman zaman tereddütlü, insana sorular sorduran taraflar barındırıyordu.

Sahnedeki adamın tutarlı iç hesaplaşmalarına, rasyonel sistem sorgulamalarına, güçlü ve yalın politik eleştirilerine hiçbir itirazım olmadığından, onun bir vatandaş olarak çok ilgimi çekmediğini söylemeliyim. Bizden biri evet; onunla kahve içip gazete okuyabilirim, aynı partiye oy verebilirim, temcit pilavı gibi ısıtılıp ısıtılıp önümüze konan ama artık tabiri caizse kabak tadı veren memleket meselelerinden dert yanabilirim. Aynı adamın Hiçkimsebiradam’ın oğlu olarak neler yaşamış ve nasıl hissetmiş olduğu da çok merak uyandırmadı bende. Hepimiz gibi acı çekmiştir işte. Kırk yaşımı geçtim ve şunu öğrendim: Hayatta sağlam ve temiz bir iletişim kurmakta güçlük çekiyorsak, çatışmalar tüm çabalara rağmen çözülmüyorsa ve çözümsüzlükler bir imkânsızlık totemine dönüşüyorsa; bu sıkıntılar çocukluklarımızdan gelip bize musallat olan acılardan kaynaklanıyor. Ölçeği değişmekle birlikte hemen hemen herkesin sırtında görünmez kamburlar var. Bunları dinlemek ya da kendi kendine itiraf etmek insanda tatlı bir merhamet duygusu uyandırıyor ama hepsi bu. Asla hayatın yükünü hafifletmiyor.

Herhangi birinin çocukluk travmalarıyla nasıl baş ettiğini merak etmemek ise mümkün değil. Hele de Onur Ünsal’ın zarif hatta kırılgan görünen bedeninin öz güvenli dili insanın dikkatini ilk dakikadan çekince… Boyundan büyük yükleri kaldırabilmiş; dahası onları hayat yolculuğunda taşımayı başarabilmiş insanlarda olan ve bedenin içini yaşamsal sıvılar misali akışkan bir biçimde dolduran, o diri duygusal postür dinamikliğini takdir etmeden geçemeyeceğim. İzlediğim pek çok benzer hikâyede, sahneden bize diklenen enerjilerin aksine “Babamı Kim Öldürdü?” oyununda serinkanlı bir vurdumduymazlıkla sahiplenilen tartışma düzlemi var. Oyunun ritmi birbirinden kopmayan akıl yürütmelerle insanı sürüklüyor.

Romanı okumadım ama hakkında yazılan eleştirilerde Louis’nin bir yazar olarak hislerini nötrlemek yerine onları tutkuyla araştırmaya açtığından bahsediliyordu. O hâlde Moda Sahnesi oyunda bu analitik duygusallığı korumuş diyebilir miyiz? Onur Ünsal duygusal hezeyanları bir tarafa bırakıp, sorduğu soruları rutubetten arındırılmış temiz atmosferlere tutkuyla bırakan birine dönüşebilmişti sahnede. Güçlü ve dürüst görünüyordu. Duygu sömürüsüne maruz kalmayacağımıza dair güven de veriyordu. 

Bir şey söyleyeyim mi? Sahnedeki kimsenin omuzunu sıvazlamak gerekmesin istiyorum artık. Tiyatro disiplinine misyon biçmek gibi olmasın, evlerden ırak! Ama evet, sahnedeki kimse benim omuzumu sıvazlasın istemiyorum. Tiyatro oyunu acıların, haksızlıkların ve umutsuzlukların envanterini tutmasın. Beni geçmiş ve şimdinin arasındaki sahici bir başlangıcın eşiğine bıraksın. Belki geçerim, belki korkarım geçemem o eşikten ama ihtimallerin farkına varırım. Bambaşka ihtimalleri kurgulayabilmek için gereken cesareti ararım. Yaparım bir şeyler işte, diye düşünüyorum.

Onur Ünsal sahnede zihninin kuytularında enselediği hayaletlerle nefesi kesilene kadar tartışırken, sonra birkaç yudum su içip tekrar tekrar tartışırken, kendimi dürüst bir iç hesaplaşmanın eşiğinde buldum. Onun ısrarlı fakat ılık münazara hâli, oyun trafiğinde seyirci koltuğunda yol alan bana bir takip mesafesi açıyordu: “Babamın cehenneme kadar yolu var mı?”, “Onu ben neden öldürmedim?”, “Babamı öldürsem bir şey değişir miydi?”, “Babamı terk edebilir miyim?”, “Babamı anlayabilir miyim?”, “Onu affedebilir miyim?” ya da “Allah kahretsin, artık kendi yoluma gidebilir miyim?” manzaralarını derinlemesine temaşa edebildiğim kısacık anlar…

Moda Sahnesi’nin “Babamı Kim Öldürdü?” oyunu pasif bir seyir hâlinden fazlasını vadediyor: Hani o sahici başlangıç eşiğini. Bu eşikten geçip içimizde katılaşıp kalmış olan travmaları ardımızda bırakabiliriz. Yüzleşmeleri, kabulleri ve ayrılışları sandıklara kaldırıp çocukluğumuzu arındırarak yeni ihtimallerin peşine düşmek de mümkün. Baba bir değil ve hiçbir zaman tek bir kişi olmadı. O hâlde neden güçlerin eşit olmadığı bir savaşta ısrar edelim. Büyümek miktar kontrolü yapabilmektir, değer biçebilmek ve değersiz olandan soğukkanlılıkla vazgeçebilmektir. Hadi, travma çeteleleri tutmayı bırakan oyunlarla, birlikte büyüyelim.

İçinde “kapitalizm öldürür” ya da “toksik erkeklik” geçen bir cümle daha kuracak olmamın literatüre anlamlı bir katkısı olmayacağını düşündüğümden yazımı burada noktalıyorum sevgili okur. Tiyatro binasından sistemin ana arterlerine çıktığımda, kaldırımlarda sahne dekorunun içinde dolaşan o dişli “kırmızı”lar gibi fütursuz dolaşacak gücü kendimde bulmuştum. Bence bu kâfi. Oyun çalışıyor.