Neyzen Tevfik: Uğraya uğraya devirden devire, bütün kâinatı aşarak geldim

Uğraş Güneş’in yazdığı ve Can Yücel’in yönettiği “Neyzen Tevfik Hiç” oyununu Ankara turnesinde izleme fırsatı buldum. Oyunun Uğur Yücel’in tek kişilik performansıyla sahneye taşındığını duymak bile beni heyecanlandırmaya yetmişti. Ustalıklı bir oyunculuk karşısında nutkum tutulacak diye düşünüyordum ve ilk dakikasından oyun evreninde savrulacağımdan çok emindim. Böyle olmuyor muydu? Oyuncu sahneden seyirciye doğru neredeyse böbürlenmeye varan bir oyun gücü dayatıyordu, karanlık sahnede lokal ışığın altında parlıyordu, gölgesi sağda solda devleşiyordu. Sen de bir fakir seyirci olarak koltuğuna sokulup muğlak bir yük altında eziliyordun ve duygular bombardımanında boğuluyordun. Bu deneyimin sonunda da katharsis oluyordu. Evet, beklentim buydu. 

Salona girdiğimde sahnede bir yarımkürenin üzerinde, kenarına ney karafakisi iliştirilmiş sandalyeyi gördüm. Belleğim ne kadar çok yalnız sandalyeyi geri çağırdı bir bilseniz. Sonra Uğur Yücel’in Neyzen’i küfürlü ve komik seyirci anonsları yapmaya başladı. Gülüşmeler oldu. Ankara seyircisiyiz biz tabii, bürokratik işlerimizden çıkıp tiyatroya gitmişiz; ceketimizle, fularımızla, kravatımızla tanıdıklarla kibar ama mesafeli selamlaşmalar eşliğinde, dar koltuk aralarında önceden oturmuş seyircilerden özürler diler, müsaadeler isterken Neyzen hoparlörlerden şeklimizi şemalimizi şey yapmakla bizi tehdit ediyordu. Koltuklarımıza yerleşmek konusunda elimizi çabuk tuttuk ve oyun başladı.

Neyzen sanki Küçük Prens gibi, ufacık dünyasının üzerini teklifsizce adımlıyordu. Neyi de gül gibi bazen elinde, bazen koynunda, bazen dudaklarında… Oyun metni Neyzen Tevfik’in otobiyografik hikâyesini anlatırken, felsefe ve sanat örüntüsünde gelişen bir başkaldırıya dönüşen yaşamının özdeğerlendirmesini gözler önüne seriyordu. Kendiyle; özlemleriyle ve zaaflarıyla yüzleşmenin acılarından ve sistemin saldırganlıklarından rakı muhabbetlerine sığınan bir insanın çaresizliğini, bazen çok estetik bazen çok basmakalıp ifadelerle anlatıyordu. Neyzen’in dörtlükleri ile seyirciyle sohbeti sırasında kullandığı güncel dil arasındaki fark belirgindi. Neyzen bazı anlarda derin bazı anlarda sığdı. Ömürden azade bir masal anlatıcısı olarak cümleleri birbiri ardına dizerken, sözlerini unuturken ya da isimleri karıştırırken bazen çok toy bazen çok yaşlıydı. Uğur Yücel sanki kolumuza girmiş, bizi Neyzen’in dünyasında hafif tempolu bir yürüyüşe çıkarmıştı. Hani bazen durursun, dönüp birbirine bakarsın, bazen susarsın. Bıraktığın yeri susar, başka bir yerden konuşmaya başlarsın. Öyle teklediği oluyordu. Yakındık ve bu çok doğaldı. 

Seyir deneyimi açısından şu çok kıymetli bir oyun becerisi: Anlatıdan kopmayacak kadar dikkati tutmayı becerebilen bir çekim kuvveti yaratmakla birlikte seyirciye oyun zamanı içinde kendini gerçekleştirebileceği bir arayüz de bırakmak. Hem odağını kaybetmeden oyunu takip edip hem de oyun hakkında zihnimde muhasebe yapıyor olduğumu fark edince bunun varlığımı oyunun içinde çalışan bir unsura dönüştürdüğünü hissettim. Karşılıklı rakı sofrasındaymışız gibi miydi? İşte öyle bir şey…

Oyuncu kostümünün geçmişle günümüz arasında kurulan ikili ilişkiden doğan motifsiz, yalın bir estetiği vardı. Kumaşlar keçe mi yoksa karbon fiber mi, formlar zanaat işi mi yoksa endüstriyel mi, renkler kilden mi esinleniyor yoksa fütüristik mi diye düşündüren seçimler oyun metninin dili ile uyumlu bir zamansal gelgit yaşatıyordu. Müzik tasarımında da aynı ilişki mevcuttu. Çok güncel çok hafif şarkılar da vardı, içimize dokunan ney taksimleri de. Sahne üzerinde yaratılan strüktürde kullanılan doku ve formlar ise doğal ve yapay çağrışımlarla bir tür zıtlıklar eşiği yaratmıştı diyebilirim. Merdivenle çıkılan bir Neyzen gezegeni oluşturulmuştu adeta. Bu gezegenin içine yerleştiği evren için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Dijital tasarımların genişliği ve soyutluğu sahneyi bir uzama çeviriyordu fakat buradaki görsel tasarım çok jenerikti. Bu nedenle de ekran koruyucusu gibi eğreti duruyordu. Bu kısımda oyunun diğer bileşenleriyle örtüşen bir görsel tasarımın çalışılmamış olması oyun evreninin sahiciliğinden eksiltiyordu.

Sahne tasarımı artık dekorasyondan çok daha başka bir şey; oyunun bir bileşeni benim için. Ekoloji, sürdürülebilirlik ve erişilebilirlik konularının çokça tartışıldığı hatta küresel bir sağduyu hâlinde gündemde tutulduğu bir dönemde “Bu unsur sahnede neden var?” sorusunun cevabı çok önemli. Prodüksiyonun tükettiği her şey bütünün vazgeçilmez bir parçası olduğu için harcanıyor olmalı diye düşünüyorum. Son yıllarda dijital fotoğraflar, animasyonlar, videolar, mapingler, kolajlar vs. sahne tasarımını destekleyici bir yan malzeme olarak kullanılıyor. Bu enerji israflarını oyundan sildiğimizde, ciddi bir anlam kaybına yol açmadıkları da görülüyor. “Neyzen Tevfik Hiç” oyununda da dijital medya kullanımı dekoratifti. Oysa bu medyalar seyir deneyimine bambaşka katmanlar ekleyebilir ve estetik deneyimi çeşitlendirebilir. Böyle epeyce oyun gördükten sonra, bende bu tür dijital görsel tasarımların oyun evreninin kurucu unsurlarından biri olarak, tiyatro alanından yetişmiş ışık ve sahne tasarımcıları marifetiyle gerçekleştirilemeyeceği kanaati oluştu. Özellikle kara kutu sahnelerde tek kişilik performanslarla oyun evreni kuran toplulukların görsel sanatçıları da ekiplerine katmaları gerektiğini düşünüyorum. 

Bitirirken oyunun politik göndermelerine de değinmek istiyorum: Hani şu Tanzimat’tan beri dönüştüremediğimiz politik travmalarımızdan ustalıkla devşirilen; bir doz daha fazla olsa rahatsız olabileceğim ama tam zamanında kesilen göndermelerden. Bu göndermeler sırasında alkışlar çok tutuktu ama oyun sonrası kapıda bekleşirken ortak bir duygunun hâlâ korunduğu açıktı. Hayır, korkudan bahsetmiyorum. Sezgilerimde yanılmadıysam sahneden büyük adamlara laf sokan sanatçının yarattığı duygudaşlık, korku değil merhamet duygusu etrafında dönüyordu. Kendine merhamet, ötekine merhamet, topluma merhamet… Şerefimize kalkan o son kadehe merhamet. Oyun karanlık anlatısının içinde karamsarlık kabuğunu kırabilen, çekirdeklerinde umut ve tutkunun titreştiği sürükleyici bir oyundu diyebilirim. Korkunç masallar gibiydi, dost sohbetler gibiydi, rakı meclisleri gibiydi.