(Zorla) İspanyollaştıramadıklarımızdan Mısınız?

Bir pazar günü, kafedeyim; küçük, şirin ve tarihî bir kafe… Şık giyimli ve yüksek zümreye ait insanların çokça tercih ettiği bir yer olduğunu daha mekân tasarımından anlıyorum. Koyu renkler hâkim, hoş eşyalar tercih edilmiş. “Cafe en Bamboo” yazıyor tabelada, o an fark ediyorum başka ülkede olduğumu. Neredeyim acaba? Paris’te miyim? Evet, evet Paris’teyim. Peki, pazar günü Paris’te ne işim var? Bu soru yalnız benim zihnimi kurcalamıyor sanırım, karşımdaki kahverengi takım elbiseli adamda da(Yunus Beydoğan) benzer kafa karışıklığı var. Oturduğu sandalyede etrafa attığı huzursuz bakışlardan anlıyorum bunu. Sanki oraya ait değilmiş, birdenbire kendini o anda, o kafede bulmuş gibi. Bu ait olamama duygusu giyim kuşamla alakalı değil, başka bir şey var. Henüz çözemiyorum.

Sonra bir kadın görüyorum(Fatmanur İsmailçebi), siyah elbisesine inci takılarla hareket katmış ve şık bir şapka var başında. Ne de olsa Parisli biri o, şapka olmazsa olmaz. Adamda gözlemlediğim “ait olamama duygusu” onda yok, hissetmiyorum. Sipariş verirken gayet özgüvenli görünüyor. O küçücük kafede birbirinden farklı iki karakter nasıl bir araya gelebilir? Ortak noktaları hiç yok gibi görünüyor ama hayat biraz da böyle değil midir? Zıtlıkların bir araya gelmesi hikâyeleri yaratır…

Elbette birbirlerini fark edecekler, tanışacaklar, ufacık da olsa paylaşımda bulunacaklar, belki dahası olacak, bakalım! Beklediğim gibi oluyor, tanışmaları uzun sürmüyor. Sıcacık bir merhabaya ya da ufak bir soru sormaya bakar tanışmak, en azından ikisi arasında öyle oluyor. Onlar tanışıp, kaynaşmaya başlamışken bana da haklarında ipuçları veriyorlar. Çoğunlukla kadın soruyor soruları, adam tedirginlikle cevap veriyor, hata yapmaktan korkuyor. Paris’ten bahsediyorlar; ne kadar büyüleyici olduğundan, şiirlere, şarkılara konu olmasının şaşırtıcı olmadığından dem vuruyorlar. Kadın adamı sıklıkla süzüyor, bohem tavırlarından etkilenmişe benziyor. Kadınları etkilemek kolaydır zaten, aslında etkilenmek istedikleri zaman kolaydır diyelim.

Adamın oraya ait olmadığını, Akdenizli olduğunu öğreniyor kadın. Parisli olmadığı belliydi ama Akdeniz cevabı şaşırtıyor kadını. Şairmiş adam, şimdi anlaşıldı kadının hayran olduğu bohem tavırların sebebi. Büyük bir klişeyi yinelemek istiyorum, kadınlar şairlere âşık olur! İspanya’dan olduğunu söylerken bocalıyor adam. Mis gibi Akdeniz işte, neden bocalıyor ki? Kadın, adamla ilgili sürekli tahminlerde bulunuyor; bazıları tutuyor, bazıları tutmuyor, tutmaz zaten böyledir. Kadınlar inanmak istediklerine inanırlar diyerek bir klişeyi daha hatırlatayım. Bu arada İspanyol tarihini de duyuveriyorum onların ağzından. Tarih kafamda netleşiyor yavaş yavaş, 1950-60’lı yıllar.

Kadın geldiği gibi ahenkle ayrılıyor kafeden, adam cevaplamaya çalıştığı soruların zorluğundan mı yoksa kadının onda bıraktığı büyüden mi bilinmez, bir süre bocalıyor. Kendini, cevaplarını tartıyor, az önce yaşananlara inanamıyor. Bu arada oldukça absürt bir şey oluyor. Shakespeare’in “Hamlet” oyunundaki Hayalet(Erdi Erciyas), kafeye, adamın yanına geliyor. Meğer hep oradaymış ve onu izliyormuş, bak sen! Hayalet, adamın kadınla muhabbetini tiye alıyor. Bir kadını, üstelik Parisli bir kadını etkilemek için daha fazlasını yapması gerektiğini söylüyor. Zaten Paris’te bir kafede, bir kadın tarafından büyülenen(mecazi anlamda) adam, bir de Hayalet’i karşısında görünce iyice sersemliyor. Aynı duyguyu yaşıyorum. Paris, Akdeniz, İspanyol, Hamlet… Doğru ya! Paris’teki kafede değil, tiyatro sahnesindeyim ve tiyatroda her şey mümkün. Belirtmeliyim ki, Hayalet’in kostümü, Parisli hanımefendi ve Zorla İspanyol olan beyefendininki kadar güzeldi, beğendim.

Kafamda hikâyeyi oturtmaya çalışırken adam aslen Türk olduğunu ve Türkiye’den Paris’e geldiğini söylüyor. Vay toprağım! Demek burada karşılaşacaktık. Bir Türk bir Türk’ü dünyanın diğer ucuna gitse bulur ne de olsa. Adamın kadına Türk olduğunu söyleyememesi Hayalet gibi beni de kızdırdı. Dünyanın öbür ucuna gitse bile Türk, Türk’tür. Zorla İspanyol olmaya çalışmanın ne lüzumu var değil mi? Evet, temelde bu konu vardı, Türk olmanın saklanılacak, utanılacak bir durum olduğunu düşünüyor bazıları, bugün bile. Bir Fransız’dan ya da İspanyol’dan eksiğimiz yok oysa. İkilinin konuşmaları eğlenceliydi, hatta Hamlet’in Hayalet’inden daha komik buldum bizim Hayalet’i. Hayalet alaycı tavrını bir tarafa bırakıp yardımcı olmaya karar verdiğinde adam derin bir nefes aldı, ben de kahkahalarımın arasında aldım o nefesi.

Hayalet bir tiyatroda oyunculuk yapıyordu ve adamla kadın için bulduğu dâhiyane fikir, adamın kadını oyuna götürmesiydi, bilet verdi. Sonrasında aralarındaki iletişim derinleşecekti dediğine göre. Adam kadına bileti verince kadın çok etkilendi, etkilenmeliydi zaten. Katılıyorum Hayalet’e, hoşlandığınız kişiyi oyuna götürün, arkadaşlarınızla ya da tek de gidebilirsiniz tabii.

Teknik detaylara gelecek olursam, oyun sonlara doğru çok hızlı aktı, tempo iyidir ancak oyuncuları oynarken, beni izlerken biraz yordu. Bir ara dekor düşecek gibi olunca odaklanma problemi yaşadım maalesef. Müzik seçimi ise pek güzeldi, gitar performansı oyuna hoşluk kattı.

Günümüz şartlarında Paris’teki Bamboo Cafe’ye gitmek zor olabilir, Hamlet yerine başka bir oyun olur pekâlâ. Kızılay’a yolunuz düşerse Bambu Sahne’de oyun izlemek güzeldir, belki Necati Cumalı’nın eserinden ilk defa uyarlanan Zorla İspanyol’a bilet alırsınız. Sahnenin güzel köpeği Şiva’yla karşılaşırsınız, iyi hissedersiniz. L’art est mort!(Sanat öldü!)