Kısa Bir Masal: Kadınlar İstasyonu

Genç yazar Demet Bozkurt’un kaleminden çıkan “Kadınlar İstasyonu” isimli oyunu ilk olarak Konya Devlet Tiyatrosundan izledim. Genç yazar, oyunda melankolik yapıyı korumuş ve izleyicilere oyunun duygusunu geçirmeyi başarmış.

Oyunun yönetmeni Can Ali Çalışandemir ise, oyuncuların sahnedeki heyecanı ve hüznü korumalarına incelikle dikkat etmiş. Oyundaki tek dekor bir mahkeme korkuluğu ve bir banktan oluştuğu için sahnenin büyük bölümü oyuncuların hareket alanı olarak bırakılmış.

Deniz Yuca, Gülsüm Çiçekçi, Buse Özdemir, Ramazan Yıldız ve Tolga Karasu’nun oyunculuklarını başarılı bir şekilde sahneye koymaları, izleyiciyi oyun sonuna kadar tutuyor.

Ses ve ışık, oyuncuların duygularını yansıtır nitelikte. Işıkta Memduh Yazar ve Muharrem Dirik, seste Gürkan Çakıcı oldukça kaliteli bir iş çıkarmışlar.

Oyun mahkeme salonunda, gelecekten başlıyor. Ardından ışığın kararmasıyla mahkeme korkulukları yana çekiliyor ve istasyondaki bank sahnenin ortasında yerini alıyor.

Bir kadın yolculuk yapmaya karar vermişse bavuluna sadece kıyafet doldurmaz. Tüm yaşanmışlıklarını, yaşayamadıklarını, heveslerini ve umutlarını da sıkıştırır bavuluna.

Bir kadın, umutlarına erişmenin heyecanı içerisinde yola çıkıyor. Fakat eğer üç kadın yolculuk yapmaya karar vermişse…

Sıradan bir günde, güneşli… Pardon! Yağmurlu ve sıradan bir günde başlıyor her şey. Üç kadının da hayali yeni bir hayata adım atmak. Bazen cesaret etmek korkuyu beraberinde getirir.

Kadınlardan ikisi hayatları boyunca eşleri tarafından değersiz görüldüklerinin farkındadır ve gözleri açılmıştır. Diğer kadının değersiz hissettirildiği yer ise tam olarak doğduğu evdir… Genç kadın, kocasından değil babasından kaçmaktadır. Sevdiği adamla kaçıp karnındaki bebeği o hayalini kurduğu evde sevdiği adamla beraber büyütecektir. En azından yolculuğa böyle cesaret edebilmiştir…

“Kadın kısmı, öyle söylemez. Kadın kısmı, öyle giyinmez.” diyerek büyütülmüştür genç kadın. Öyle ki bu hayatta bildiği ne varsa kitaplardan öğrenmiştir.

Deniz Yuca (birinci kadın), anlatırken sahneyi öylesine iyi kullanıyor ki oynamıyor, neredeyse yaşıyor. İstasyonda tanıştığı iki kadına hayatı kitaplarla özetlemeye pek hevesli ancak kadınlar onu duyamayacak kadar gerçek hayatın esiri olmuşlar. Yaşamanın güzelliğini hissedebilmek için bir an önce trene binip eşlerinden uzağa gitmeleri gerektiğini düşünüyorlar. Eşlerini bıraktıkları için hâlâ suçluluk duyuyorlar fakat yarının hevesi onları güçlü kılıyor.

İstasyon şefi, üç kadını yağmurlu havada tren beklerken görünce kadınlardan biri korkuyla silahını çıkartıp istasyon şefine doğrultuyor.

İstasyon şefi karısından yakınıyor, kadınlar da kocalarından. İki kadın yaşamak istiyor, hayatı dolu dolu yaşamak… Birinci kadın ise yeni hayatına bir an önce başlamanın derdinde. Sevdiği adamı soruyor sürekli.

Geldi mi?

Geldi mi?

Silah elden ele dolaşıyor ve bilirsiniz, sahnede bir silah varsa o silah mutlaka patlar.

Bir silah patlıyor ve bir kadının umutları kanlar içinde yere yığılıyor. Bir silah patlıyor ve bir bebek daha doğmadan babasız kalıyor. Bir silah patlıyor ve bir kuşun yuvası, aşiyan, yıkılıyor.

Size bir hikâye anlatayım mı?

Ama birazcık kısa…

“Bir varmış, bir yok…”