10 Yüzyıl Öncesinden Bir Efsane: Döngü Korkut Efsaneleri

İçeriden ışık sızan kapıyı aralayıp, kumlarla kaplı sahneye adım attığımızda karşımıza çıkan aksakallı, yaşlıca bir bilge bizi yerlerimize doğru davet etti. Davetini nazikçe kabul edip yerimize geçtik. Işıklar karardı, kopuzun mistik müziği yankılanmaya; Dede Korkut da Oğuzlar’ın başına gelen maceraları bizlere, sonraki yüzyıllardaki torunlarına anlatmaya başladı. Öyleyse gelin hep beraber Oğuzlar’ın diyarına, 10 yüzyıl kadar önceye bir yolculuk yapalım ve kopuz eşliğinde Dede Korkut’un anlattıklarına kulak verelim.

Tiyatro Tempo’nun son olarak Aralık Sahne’de seyirciye sunduğu Döngü Korkut Efsaneleri oyununu Fuaye Ankara’nın önayak olduğu organizasyon sayesinde izledim. Yetişkinlere yönelik bir kukla tiyatrosu olarak sahnelenen oyun, 12 Dede Korkut efsanesinden 3’ünü merkeze alıp epizodik bir anlatımla sahneye konulmuş. Oyunun yönetmenliğini Dina Jumabayeva, koreografisini ise Anna Tsoy üstlenmiş. Kukla ve sahne tasarımında Yulia Chernova yer alırken, kukla yapımında Nikolay Proskurin ve Tiyatro Tempo beraber çalışmışlar. Oyunun müzikleri birçok tiyatro oyununda da ismini görmeye alışkın olduğumuz Nedim Yıldız’a, ses ve ışık tasarımı ise Savaş Bayram’a ait. Oyunda yer yer maske ve kuklaları oynatarak yer yer de kendi bedenleriyle karakterleri canlandırarak Marina Yüce, Şirin Ceylan Özen, Hami Mavrigan, Nika Yüce, Altay Toprak ve Haluk Yüce sahnede yerini alıyor.

Bazı oyunlar var ki insanı yazmaya itiyor adeta. Döndü Korkut Efsaneleri oyunu da öyle benim için. Uzun zamandır izlemek isteyip bir türlü fırsat bulamamıştım ama izlediğimde çok şanslı olduğumu hissettim. Çünkü özümüzde yer alan, kökeni bize ait, geniş bir coğrafyada bilinse de yerel bir hikâyeyi böylesine evrensel ve estetik bir dille, dünyanın neresine gitseniz etkileyiciliğinden ve anlaşılırlığından bir şey kaybetmeyecek şekilde anlatılması beni heyecanlandırdı. Hem de neden bu efsanelerden bu kadar bihaberim diye düşündürdü. Aslında hepimiz bir yerlerden, çocukluğumuzda 100 Temel Eser’den hikâyelerini duymuşuzdur, okul yıllarında okumuşuzdur Dede Korkut’u ama sanki duyduğumuz gibi unutmuşuz. (Çoğul konuştum ama tabii ki efsaneye hâkim olanlar da yok değil.) Bir de bugün “Ülkece fantastik hikâyelere aşina değiliz canım!” diye söyleniyoruz ama var işte. Renklerimizi, çeşitliliğimizi unutuyoruz bazen. Dolayısıyla daha önce benim tiyatro sahnesinde hiç karşılaşmadığım, çok az işlenen veya yakın tarihte Tiyatro Tempo dışında belki de hiç işlenmeyen bu konuyu kaçırmadığım için sevinçliyim. Üstelik tam da son günlerde kültürel miras hakkında farkındalığım artmışken. Ne güzel bir tesadüf!

Oyunun sahnelemesinde adı üstünde kukla tiyatrosu olduğundan karakterlerin canlandırıldığı kuklalar ve maskeler anlatımda başroldeydi. Her bir karakter, ona özgü tasarlanan kuklalarla çok yaratıcı ve stilize hareketlerle, mistik müzikle ve hikâyeyle uyumlanarak sahnede yer alıyordu. Sahne önündeki bu anlatıma zaman zaman gölge oyunları da eşlik ediyor, hikâyeyi zenginleştirip derinleştiriyordu. Çeşit çeşit kuklaların, dönemi andıran aksesuarların, minimal dekor ve kırkyama kostüm tasarımının oldukça özenli hâli çok ilgi çekiciydi. Özellikle atların savaşa koşturmasının tasvir edildiği sahnede bendirlerin içindeki at figürlerinin bir süre sonra havada uçuyormuşçasına savaşa fırlıyor olması, Basat ve Banu Çiçek’in salıncakta süzülerek sallanması ve Haluk Yüce’nin dizlerine takıp konuşturduğu maskelerin kalabalığın sesi olarak uçuşması gibi daha birçok mizansen bir çocuğun hayal gücü kadar etkileyiciydi, akılda kalıcıydı. Tam da bu noktadayken oyunda en çok sevdiğim şeylerden biri; kuklaların oyuncu tarafından oynatıldığı anlarda artık oyuncuyu görmememiz ve algısal olarak kuklanın karaktere bürünmesi çok muhteşem bir etki. Kıpçak Melik’in irkilten ama ilgi çeken tekinsiz hâline seyirciler olarak hepimiz kendimizi kaptırdık itiraf edin.

Sahnelemeye dair bahsetmek istediğim bir diğer konu; seçilen konunun nadir işlenmesinin yanı sıra oyunun epizodik anlatımının ve alışık olduğumuz tempodan daha ağır ilerleyişinin oyuna özgün bir hava katması. Belki bugün için hıza alıştığımız, sürekli bir sonraki olayın ne olacağını merak edip daha merakımız sonlanmadan hemen önümüze peşi sıra başka bir olayın konulması, kısalan dikkat süremizin kısalan oyunlara, filmlere yansıdığı bir dönemde daha yavaş bir temponun başta bazı seyirciler tarafından yadırganabileceği ihtimali olsa da gerçekten böyle bir akışa da ihtiyacımız var gibi hissediyorum. Yani işten ya da okuldan çıkıp gelinmiş, gün sonlanırken ertesi günkü maratona hazırlanmak için biraz durup dinlenmeye, sakinlemeye zaten çok hızlı bir akışın içindeyken biraz kendimizi hikâyelere kaptırmaya, müziğin etkisinde kalmaya, sözlerin anlamlarını düşünmeye vakit ayırmak iyi geldi bana. Acele etmeden, özümseyerek hikâyeyi kucaklamak, o dünyanın içine dalmak iyi hissettirdi. Oyundaki şarkıları dinlerken kaptırdım kendimi, o kadar güzel ve içten bir ses vardı ki. Yalnızca birkaç yerin naçizane bir öneri olarak belki saniyeler bazında kısaltılabileceğini düşündüm. Bunun hızdan ziyade alışık olmadık bir hikâye anlatım sıralaması içerisindeyken, uzayan epizodun etkisine kaptırıp önceki olayın sonunun nasıl bağlanacağını unutma ihtimaline karşı faydalı olabilir gibi geldi.

Son olarak oyunun yaratıcı yönünün böylesine yüksek olduğunu ve oyunun mümkün olduğunca sahnenin her noktasına ulaştığını düşünüyorum fakat oyunun sahnelendiği Aralık Sahne’de oyuna ve sahneye emek veren insanların da farkında olabileceğini tahmin ettiğim bir görüş açısı problemi yaşadım. Birkaç bölümde yerde oynanan ve oyunculara kıyasla kuklalar, oldukça küçük kaldığı için zemindeki hareketlerin bir kısmını rahat göremedim. Bunda minyon yapımın ve orta arka sıradan oyunu izlememin de katkısı var ama birkaç yerde zemini görmek için çabalamak beni oyundan uzaklaştırdı. Bunun çözülebilir bir sorun olduğunu ve oyunun geneline yayılmadığını da belirtmeden geçmemeliyim. Hem sahnenin yapımında hem de farklı farklı oyunların bize sunulmasında çok çaba gösteren, Ankara tiyatrosuna katkı sağlayan bir ekibin, işinin kolay olmadığının farkındayım ve bu eleştirilerin faydalı olmasını umarak bu sorunun üstesinden gelineceğini düşünüyorum. Tutarlı, yerinde ve nazik yapılan bir eleştiri her zaman iyiliğe ulaştırır.

Konunun dışına çıkmadan şunu belirtmeliyim ki gerçekten bir işi severseniz ve ona bağlanırsanız er ya da geç bunun ürüne yansıyacağını ve emeğin karşılığını bulacağını düşünüyorum. Döngü Korkut Efsaneleri de sabırla, severek, ilmek ilmek işlenmişti. Hem tasarımda hem sahnelemede bu kadar emeği ayakta alkışlıyorum ve tutkularına hayran kalarak emeği geçen herkesi tebrik ediyorum. Böyle güzel bir oyunu da bizlerle buluşturdukları için teşekkür ediyorum. Oyun imgelemimde ayrı bir renk olarak yer aldı Döngü Korkut Efsaneleri. Hâlâ izlemediyseniz izlemenizi tavsiye ederim.

Sözlerimi bitirirken nasıl başlıyordu hikâye? Oğuzlar diyarında oğlu olanlar beyaz çadırda, kızı olanlar altın çadırda, ne kızı ne oğlu olanlarsa siyah çadırda kalırlar; bizler modern çağın insanlarıysa kibrit kutusuna benzer evlerinde yeni bir oyunda görüşmek üzere Dede Korkut hikâyelerini anarak uykuya dalarlarmış.