Kürk Mantolu Madonna: Sözün Şiirlerin Mükemmelidir

Sabahattin Ali, daha çok öykü ve şiirleriyle tanınsa da Kuyucaklı Yusuf, İçimizdeki Şeytan ve Kürk Mantolu Madonna gibi üç kıymetli romanı da edebiyatımızdaki mihenk taşlarındandır. Sosyal medyadaki “hikâyede kalmasın” paylaşımlarının da etkisiyle Kürk Mantolu Madonna en çok okunanlar listelerinin hep en üstlerinde yer alır. Sabahattin Ali, kitabın adını önceleri Lüzumsuz Adam koymayı düşünmüşse de neyse ki bu yanlıştan vazgeçerek bütünü daha iyi yansıtan Kürk Mantolu Madonna isminde karar kılmış.

Romandan uyarlama oyunlar -hele ki romanı da seviyorsam- her zaman daha çok ilgimi çekmiştir. Uyarlaması mı daha iyi yoksa romanın kendisi mi sorusunda tarafım her zaman kitaptan yana olsa da sevdiğim bir romanı sahnede görmek de epey keyifli.

Sinemada da uyarlamaların eserin hakkını tam anlamıyla veremediğini düşünüyorum ki tiyatro gibi çerçevesi daha dar bir sanat formunda bu durum daha da büyük bir sorun hâline gelebiliyor. Gerçi bu yıl izlediğim Dr, Jekyll ile Bay Hyde, Vişne Bahçesi; önceki yıllarda izlediğim Suç ve Ceza, Satranç gibi oyunlar bu hususta başarılı oyunlardı ve endişelerimi bir nebze olsun giderdi.

Kürk Mantolu Madonna’yı Devlet Tiyatrolarının “Yerli Yazarlar Haftası” etkinliği kapsamında Diyarbakır DT yapımı olarak Şinasi Sahnesi’nde izledim. Oyun, özel tiyatrolarda daha önce çok defa sergilense de Devlet Tiyatroları repertuvarında ilk defa yer alıyor. Diyarbakır bölgesi oyunlarının genelde iyi olduğunu eş dost sohbetlerinde duyuyordum. Üstelik kendimi turne için Ankara’ya gelen ekiplerin fahri mihmandarı ilan etmişliğim vardı. Şinasi’de bugüne dek kötü oyun da izlememiştim. Tüm bu etkenler bir arada olunca büyük bir motivasyonla kuruldum koltuğuma.

Başroldeki Raif karakteri, olayları ve hissettiklerini yaklaşık on yıl evvel günlüğüne yazıyor. Ömrünün sonlarına yaklaştığını hisseden ve insanlara kendinden hiçbir şey bırakmak istemeyen, yalnızlığını bile yanında götürmek isteyen Raif yakın arkadaşı Rasim’e bu günlüğü yakmasını söylüyor. Rasim onu bir şekilde ikna ederek günlüğünü okumak ve onu daha iyi anlamak istiyor. Biz, olayları Rasim’in günlüğü okuyarak bize anlattıklarından anlıyoruz. Bu arada kitapta Rasim olan “anlatıcının” adı, oyunda Sebahattin. Hoş bir jest olduğunu not olarak düşeyim.

Raif insanlara olduklarından başka gözle bakmakta ısrar eden tavrına üzülen ve nihayetinde kendini tüm insanlıktan uzaklaştırmış biri. Sebahattin günlüğü bize aktarınca neden öyle davrandığını daha iyi anlıyoruz. Hikâye de böylece başlıyor.

Raif, babasının isteğiyle Berlin’e gider. Orada bir sanat galerisini gezerken bir tablodaki kadına âşık olur. Bu bir otoportredir ve Floransalı ressam Andreas del Sarto’nun “Madonna delle Arpie” eserindeki Meryem Ana tasvirine olağanüstü benzediği için sanat çevresindeki adı yarı şaka bir ifadeyle Kürk Mantolu Madonna’dır. Raif, muntazaman Madonna’sını izlemeye gelir. Bu, eserin sahibinin de dikkatini çeker. Adının Maria Puder ve tablonun da otoportresi olduğunu Raif’e söyler. Bu andan itibaren aralarında adı konmamış bir ilişki başlar. Raif tablodaki kadını ve dolayısıyla Maria’yı annesine benzettiğini ifade eder. O, Raif’in hayalindeki tüm kadınların birleşimi gibidir. Tüm vaktini onunla geçirmek ister. Maria da onun diğer erkeklerden farklı olduğunu anlar ve aralarındaki ikircikli ilişki zamanla aşka dönüşür. Raif, Maria’nın Atlantik adlı gece kulübünde çalışmasını ve başkalarıyla zorunlu münasebetini başlarda yadırgasa da sonradan alışır. Ne de olsa ona göre bir ruh ancak benzerini bulunca yaşamaya başlıyordur ve Raif onunlayken “yaşadığını” hisseder. Maria hastalandığında dahi her zaman onun yanında olur. Günler günleri kovaladıktan sonra Raif babasının öldüğünü haber veren bir mektup alır ve yurda dönmek zorunda kalır. Durumlarını düzelttikten sonra Maria’yı yanına aldıracağına dair söz verir. Maria da, Raif nereye isterse gelebileceğini ifade eder.

Raif yurda döndükten sonra bir müddet mektuplaşırlar fakat bir zaman sonra mektuplar seyrekleşmeye, nihayetinde de hiç gelmemeye başlar. On yıl boyunca Maria’dan haber alamaz. Raif, onun kendisini unuttuğunu ve belki de başkasını bulduğunu düşünür. Bu süreçte o da başka biriyle evlenir. Aile sahibi olmayı birtakım yabancılar beslemek olarak görür. Yıllar sonra, Maria’nın kuzeni olan Frau Tiederman’la Ankara’da tesadüfen karşılaşırlar. Tiederman’dan Maria’nın yaklaşık on yıl önce öldüğünü öğrenir. Gülüşünde güneş, boynunda cennet bahçeleri saklı Maria’sının… Tiederman’ın yanındaki onlu yaşlardaki kızın da kendi kızı olduğunu anlar. Adını bile bilmediği kızı ile Tiederman trene binip gözden uzaklaşırken Raif’in dünyası başına yıkılır. Kendini herkesten, her şeyden soyutlar. Ve sonunda ölür. Sebahattin günlüğü yakar.

Oyunun hikâyesi genel olarak böyle. Yetmiş dakikalık süresi başta yetersiz gibi gelmişti ama oyunu izleyince kararım değişti. Kitabın epey başarılı ve neredeyse eksiksiz şekilde sahneye konduğunu gördüm. Bundan mütevellit metni oyunlaştıran Nilbanu Engindeniz’i ve oyunun yönetmeni Uğur Çınar’ı tebrik etmek isterim. Oyunda dekor olabildiğince az kullanılmış ki bu gayet uygun bir seçim. Duygu geçişlerini ve Maria’yla Raif’in eskiden yaşadıkları şeyleri anlatmak için sinemadan da yararlanılmış. Evet, bildiğimiz perde ve ona yansıyan pitoresk görüntüler ki oldukça başarılı buldum. Hatta sinematografik açıdan muazzam bir iş çıkarılmış. Sadece sinema bölümleri bile başlı başına herhangi bir sinema ödülü alabilecek nitelikte. Oyuncu seçimi de usta işi olmuş. Raif rolündeki Mustafa Murat Latifoğlu da Maria Puder rolünde izlediğimiz Eylül Aldanmaz da alkışı fazlasıyla hak ettiler. Kafamda bir Maria Puder canlandırsam bu kişi Eylül Aldanmaz olurdu sanırım. Sebahattin rolündeki Semih Algül de anlatıcı olarak başarılıydı.

Edebiyat ve tiyatronun dans ettiği bu oyunda sinema, resim ve müzik gibi birçok sanatın da bu dansa eşlik etmesi tarifsiz hisler oluşturdu bende. Oyunun sonunda bir Sabahattin Ali şiiri olan Çocuklar Gibi şarkısının Sezen Aksu yorumuyla çalmasıyla da birkaç damla gözyaşı dökmüş olabilirim, aramızda kalsın.

İyi ki varsın sanat.