Bülbül Müydü, Yoksa: Tarla Kuşuydu Juliet

Merhaba, merhaba… Işığı alabilir miyim tam buraya? İki sevgilinin tam ortasına. Birbiri için ölmeye hazır iki aşığın son buluşmasına. Sakince çalan bir piyano, bir keman ve öten bülbülün sesi. Kıskandırmıştı Juliet’in büyüleyici güzelliği nergisi. İşte o an Romeo’nun kesildi nefesi. Bir zehirle son buldu aşıkların hikâyesi. Peki ya ölümle bitmeseydi bu… bitmeseydi bu… Romeo ve Juliet piyesi? Sahi neydi Shakespeare’in son sahnesi?… Son sonesi? Aman neyse canım. Biz en iyisi işi ustasına bırakalım. Shakespeare’i daha fazla döndürmeyelim mezarında vantilatör gibi.

Tarla Kuşuydu Juliet; satirik ve mizahi tarzıyla ünlü yazar Eprahim Kishon’un 1972 yılında yazdığı müzikal komedi türündeki oyunu. Orijinal adı ‘‘Oh, oh Juliet’’ olan oyunun Türkçe çevirisi Hale Kuntay’a ait. Engin Alkan’ın yönetmenliğini üstlendiği oyunda yine Engin Alkan ‘‘Romeo’’, Deniz Çakır ‘‘Juliet’’, Fatih Al ‘‘Shakespeare’’, Mert Şişmanlar ise ‘‘Lukretia’’ karakterini ete kemiğe büründürüyor. Dekor tasarımında Cihan Aşar’ın, kostüm tasarımındaysa Nihal Kaplangı’nın yer aldığı oyun, Ezop Sahne yapımıyla sahne yolculuğuna devam ediyor.

Oyun için aslında hepimizin aşina olduğu, adını mutlaka hayatında en az bir kez duyduğu, aşklarıyla nam salmış ideal çift Romeo ve Juliet’in parodisi denebilir. Romeo ve Juliet, bir şekilde kendilerini bekleyen hazin sondan kurtulurlar ve ölmezler. Evlenirler. Aradan geçen 30 yılın sonunda kendilerini mutfakta yemek yaparken, birbirlerinden nefret ederken, bir yandan da asi kızları Lukretia ile baş etmeye çalışırken bulurlar. Araya ev geçindirme derdi, gençliklerine duyulan özlem de girince, eski güzelliklerine, güçlerine, heyecanlarına kavuşma arzusu ve fakat bunun imkânsızlığı da yüze vurunca geçmişteki rüya ilişkilerinin arkasından el sallamak zorunda kalırlar. Şiddeti gittikçe artan kavga gürültüleri, hiç bulaşmak istemeyecekleri kişiyi uyandırır ve yaratıcıları, hiç beklemedikleri bir anda kendi mutfaklarında belirir.

Oyunun en beğendiğim ve ilgimi çeken yönlerinden biri sahnelenme biçimi ve dekorla olan uyumuydu. Tiyatro salonuna girdiğim anda mutfakta makarna hamuru açan ‘‘Juliet’’ Deniz Çakır ve ona yardım eden ‘‘Romeo’’ Engin Alkan seyirciyi karşılıyordu. Oyun boyunca makarnadan başlayarak çeşitli yemeklerin hazırlanışına tanık olduk ve kokusu tüm salonu sardı. Bu noktada oyun, artık sadece seyir eylemi olmaktan çıkıyor, bir deneyime dönüşüyor. Tüm duyularınıza hitap etmeye başlıyor. Aynı zamanda oyunun yer yer kesilmesi, kimi yerinin doğaçlama olabileceği hissine kapıldığım doğal diyalogları, ışığın ve dekorun oyunda aktif olarak yer alması, diğer izlediğim oyunlardan farklı bir his oluşturdu. Sanki Romeo ve Juliet o kadar ulaşılamaz, erişilemez bir hikâyenin kahramanları değil de sahneye çıkmak istesem ‘‘Buyur sen de derdini anlat. Tarla kuşu mu, bülbül mü?‘’ diye fikrimi sorabilecek kadar dostumdular. Kendinizi onların yanında oldukça rahat hissedebilir ve empati kurabilirsiniz. Zaten bir süre sonra da karakterlerin tüm uç ve yabancı gelen huylarına, davranışlarına rağmen onları sevmeye başlıyorsunuz. Belki de oyun hakkında bu denli güzel yorumların olması seyircinin de benimle aynı hisleri paylaşıyor olmasındandır. Aynı şekilde Shakespeare rolündeki Fatih Al’ın sahneden atlayıp seyircilere taşması, seyirciyle diyalog kurması fikri de takdire şayandı. Teknik ekipten bir kişinin yer yer oyunda yer alıp, oyunun oyun olduğunu hatırlatan diyalogları çok güzeldi. Bu yenilikçi reji anlayışı ve onu bu denli başarılı bir şekilde uyguladığı için Engin Alkan’ı çok tebrik ederim. Diğer sahnelediği ve sahneleyeceği oyunları merakla bekliyorum.

Oyunculuklara ise söyleyecek söz bulamadığım gibi hepsinin önünde saygıyla eğiliyorum. 2 küsur saat boyunca enerjilerini bir an olsun düşürmeden sergiledikleri performans, ayakta alkışlanmayı hak ediyordu. Üstelik sahnede çalınabilecek enstrümanların birçoğunu ustalıkla çaldıkları için de ayrıca da tebrik etmek gerek ki bu da çok kolay bir iş değil. Oyunda verdikleri emek çok değerli. Engin Alkan’ı, Deniz Çakır’ı, Fatih Al’ı ve Mert Şişmanlar’ı bu garip, uçuk karakterleri bu kadar başarılı canlandırdıkları ve emekleri için tebrik ederim. Bu arada Engin Alkan’ın canlandırdığı ‘‘Peder’’ rolünün gülmekten kırıp geçtiğini belirtmeliyim. O meşhur tepkisi, yüz ifadesi zihnimden hiç çıkmayacak.

Oyunun dekor-kostüm tasarımına değindiğimdeyse kostümlerini bir hayli güzel bulduğumu dekoruna ise hayran kaldığımı söylemeliyim. Sahnede mutfağın ve banyonun içindeki barın iç içe hâli; bu garip, uçuk karakterlerle çok uyumlu olmuş. Hem fonksiyonel bir tasarım hem de sıradanlıktan oldukça uzak. Shakespeare’in evde belirmesi konusunda oldukça yaratıcı bir çözüm sunulmuş bu mutfak tasarımı aracılığıyla. Aynı zamanda bölüm aralarında söyledikleri şarkıları banyodaki barda, klozetin ötesinde berisinde performans sergilemeleri tam olarak oyunun çarpık atmosferini yansıtıyor. Dekordaki başarılı, farklı anlayıştaki tasarımı ve emekleri için Cihan Aşar’ı, karakterleri günümüze taşıyan ama dönem izlerini de giysilere yansıtan yaratıcı kostüm tasarımı için Nihal Kaplangı’yı çok tebrik ederim.

Oyunun en beğenmediğim yönüne gelince… Metin bazında düşündüğümüzde Shakespeare’in oyun yazım şeklini, Romeo Juliet karakterleri üzerinden ilişkileri eleştirmesini çok sevdim. Genelde çok övülen veya gündemde pohpohlanan konuların dokunulmazlığını doğru bulmuyorum ki bu yüzden Shakespeare gibi bir yazarın kadın-erkek eşitsizliği, çocuk yaşta evlilik ve hep trajik son gibi konular üzerinden eleştirilmesi hem cesaret gerektiren hem de olması gereken bir bakış açısı. Yalnız Shakespeare ne de olsa Shakespeare’dir diye çok fazla karikatürleştirilen yerlerin zaman zaman abartıya kaçtığını düşünüyorum. Artık bir yerde oyunda şıp diye beliren Shakespeare’in gökten inip şak diye hepimize bir tokat atacağı hissine kapılmadım değil. Oyun metnine hâkim olmadığımdan sahnede gördüğüm hâli direkt metindeki hâli midir, yoksa oyunun büyüsüne kapılıp dozu artırılmış mıdır bilemiyorum. Belki de tiyatro alanında yüksek lisans eğitimi alan bir öğrenci olduğumdan Shakespeare’in Şeko hâlini yadırgadım. Bunun yanında Lukretia’nın da aynı şekilde asi kız tavırlarını sevdim ama birkaç yerde hem oyun çok kesintiye uğradı hem de tavırları rahatsız ediciydi. Son olarak yine aynı sebeplerden ötürü hoşlanmadığım, dadı ve peder karakterlerinde oyununun geneline yayılan cinsellik söyleminin abartıldığını düşünmeye başladığım yerler vardı. Sanat içinde her türlü eleştiri, söylem ve bakış açısı kabulüm fakat mizah biçimi oyunun önüne geçmeye başladığında gözlerim oyunun özünü arıyor.

Tasarımcısından yönetmenine, ışıkçısından başrolüne, asistanından yapımcısına herkesi emekleri için tebrik ediyor, böylesine güzel bir oyunla bizi buluşturdukları için hepsine teşekkür ediyor ve başarılarının devamını diliyorum.

Ooo herkes gitti. Bir tek biz kaldık sap gibi. Söndür ışıkları ey tepedeki görevli. Karanlık sardı etrafımızı, çöktü üstümüze hüzünlü olmayan oyunun finali. Kimi zaman acı, kimi zaman da komedi.