Çam Kolonyası Kokan Oyun: Sevdadır…

Yırtarak geçiyor kalbimizden

Hayatı da törpüleyen zaman

Şuramızda bir şey var

Acıya benzer

Umuda benzer

Böyle günlerde hayat

Hem acıya, hem umuda benzer

Gün ölümle başlatıyor hayatı

Her şafak taze bir ölünün üstünde doğuyor

Her sabah ölümü anlatıyor gazeteler

Sol köşede ölümü kutsallaştıran bir fotoğraf

Yeni bir cinayetin röntgenini çıkartıyor gövdeme

Beynim sabırla keskin

İğdişliyor haber bültenlerini, yorumları, sahte ölüm ilanlarını

Bizim ilanlarımız çoktan verilmiştir

Gelirse de bilinir nerden ve nasıl

Böyle ölümün yücedir adı

Şiirleri sevin, şairleri sevin, kim bilir şiirlerin, şairlerin dünyasına girdiğinizde Arkadaş’la da tanışırsınız, belki çoktan tanışmışsınızdır. Tanışmadıysanız Ankara Devinim Tiyatro’nun bu sezon sahneye koyduğu “SEVDADIR” oyunu güzel bir vesile olacaktır.

Arkadaş olarak bahsettiğim ve yazıda hep o şekilde geçecek olan Arkadaş, Arkadaş Z. Özger’den bir başkası değil elbette. 68 kuşağından olan şair, dönemin alışılagelmiş politik şiir tavrından farklı bir yol çiziyor kendine. Şiirlerinde belirgin bir politik tavır sergilememesi onu yaşadığı dönemi içinde apolitize etmiyor tabii. Ne de olsa Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde okuyor ve bilirsiniz Mülkiyeli olmak başlı başına politik bir duruş. Ancak eğer şiirlerini okursanız, sizin de fark edeceğiniz üzere seçtiği konular o kadar insanlığa ait ki, üstelik bunu öyle nahif bir şekilde işliyor ki, kendini anlatırken sizi de anlatıyor. “Oy bana en yakın bana, bana en uzak…”

Gelelim sahneye, Arkadaş’ı bir arkadaşı anlatmaya başladı. Onun kelimeleriyle tanımaya başlıyorduk Arkadaş’ı. Bizden biri olduğunu anlatmak istercesine basit bir gömlek, pantolon giyiyordu; kısacık saçları ve sakin tavırları bunu destekler nitelikteydi. Arkadaş’ın “Merhaba Canım” şiirini seslendirdi. Bana ve onu izleyen herkese “Hoş geldiniz, ben benim, siz de sizsiniz, hadi tanışalım, belki birbirimizi severiz.” diyordu. “MERHABA CANIM, MERHABA!” Sana bir sır vereyim mi Arkadaş? Şiirinde bahsettiğin Zeki Müren’i severim, sanırım kendinden de bahsediyorsun, seni de severim şüphesiz. Zeki Müren’i ve seni sevenleri de severim elbet, denerim en azından.

“Arkadaş” lakabıydı Zekai Özger’in; öyle bilinir, tanınır, sevilirdi. Birilerinin “Arkadaş” dediği, “Arkadaş” olarak gördüğü insan olmak istemişti, “Beni tanıyın, beni sevin.” diyordu kendince. Zordu Arkadaş’ı tanımak, sevmek, arkadaş olmak… Onu tanıyıp, sevmemizi istiyordu, bütün farklılıklarına rağmen. Evet, farklıydı Arkadaş. Giyimi, tavrı, davranışları farklıydı; insanlara yaklaşımı farklıydı, hayatı algılayışı farklıydı, ona göre hepimiz aynıydık, isyanı bunaydı zaten.

“…İnsan ne kadar çok öykü okursa okusun, başkalarının hikâyesini ne kadar çok dinlerse dinlesin, eline kalemi aldığında beyaz bir sayfa ile yüzleşirken yazdığı şey hep kendi öyküsüdür! Dinlediği şarkı da öyle… Zaten hep sevdiğimiz şarkıları söylemez miyiz? İnsan hiç sevmediği bir şarkıyı seslendirir mi? Söylediği her şarkı biraz insanın kendisidir…”

İnsan kendine benzeyeni sever, ortak noktalarımız yakınlaştırır bizi. Peki, bizden farklı olanı yargılayacağımız anlamına mı gelir bu? Öyle olmamalı aslında ama oluyor. Arkadaş seviyor arkadaşlarını, arkadaşlığı, karşılığını bulamıyor bazen, anlaşılamadığını düşünüyor, bu da onu yalnızlaştırıyor kalabalıkların arasında. “İnsan sevilmekten çok anlaşılmayı istiyordu.” der George Orwell, sahi anlayamadığımız insanı sevebilir miyiz? Anlaşılamamanın acısı, ağır şiddet gördüğü zamandan kalan baş ağrısından daha keskindi onun için. Hatta osteomyelit(bir çeşit kas hastalığı) sebebiyle oluşan, sağ ayağındaki kısalığı bile o kadar dert etmez.

Birden mor ışık yansıdı sahneye, İnsan Hakları Heykeli’ni daha görünür kıldı. Heykel hep oradaydı, Yüksel Caddesi’ndeki gibi tam ortadaydı. Bazen bilinçli olarak yanında duruyor, bazen telaşla geçip gidiyorduk yanından. Anılarımıza, sohbetlerimize konu olurdu, acaba konuşsaydı neler anlatırdı? Çok olaya şahit olmuştu; mutluluklara, hüzünlere, acılara… Arkadaş’ın hikâyesi, arkadaşlarının hikâyesi, onun da hikâyesiydi. Ah Huysuz ve Tatlı Kadın! En çok senin hikâyendir anlatılan. Metin Yurdanur tarafından yapılan anıt heykel; protestoların, yasakların, kavgaların, haykırışların simgesi. Onsuz bir Ankara düşünülemez, bu oyun da aynı şekilde. Sevcan Karadağ, Metin Yurdanur’un böylesine önemli bir eserinin replikasını yaparken muhteşem bir iş çıkarmış ve öylece durup duran heykel oyun kişisi olmuş bir nevi.

25 yaşındaydı Arkadaş, yaşından daha fazlası sığmıştı hayatına. Kavga, öfke, çatışma, sevgisizlik, yalnızlık… Onu ayakta zor tutan sadece ağır aksak adım atan ayağı değildi, yaşadıkları ya da yaşayamadıklarıydı. Arkadaş Z. Özger’e benzerliğinden öte bir şey vardı ona hayat veren Hüseyin Oçan’da, aynı ruha sahip sanki ikisi de. 35’lerinde olup 25 yaşında birini canlandırabilmesi de takdir edilesi. Arkadaş’ın hikâyesini anlattıkça rahatlamak şöyle dursun çöküverdi banka bütün ağırlığıyla, kendi de eziliyormuş gibi. Sesinden şarkılar duymak ayrıca güzeldi, o şarkılara eşlik etmek de. Oyunun yazarı ve yönetmeni Ahmet Yapar’la dostlukları da, işin samimiyetini arttıran bir başka etken. Arkadaş’ın ve arkadaşlarının hikâyesine çok inanmışlar.

Polis barikatlarıyla çevrilen İnsan Hakları Heykeli’nin yanındaki bankta, Arkadaş kendinin ve arkadaşlarının hikâyesini anlatırken, dönemin siyasi olayları arka planda seyirciye sunuluyordu, hatırlatmak istercesine.

Ansızın bomba sesi duyduk oyunda, Ankara gri şehir derler, memur şehri olmasından, resmi kurumların çokluğundandır bu, ancak bazı günler simsiyah olur, mevsim normallerinin üstünde yağan yağmur bile silemez. Tarih 10 Ekim’di ve oyunda 10 Ekim Gar Katliamı’na gönderme vardı, 7 yıl geçmiş, unutmamak değil hatırlamaktır önemli olan. Takvim yaprağına sığmayan ne çok olay var tarihimizde, hatırımızda, Ankara’da. Şiirin, tiyatronun, sanatın, dostluğun başkenti Ankara, acının başkenti oluveriyor bazen. Sinevizyondan gösterilen, yakın zamanda şahit olduğumuz haberler bunun kanıtıydı adeta.

Acı demişken, yaşadığımız acıların, yaşanmasına engel olamadığımız olayların en büyük sebebi “erkeklik” olgusu, erk gücünü gösterirken zayıfın üstünde, kendini mutlak güç sayarken, ondan olmayanı reddetmekte bir sakınca görmüyor. Böylelikle “sakalsız bir oğlan Arkadaş”, kendine bir yer bulmak şöyle dursun, o gücün altında eziliyor kum gibi, “öteki” oluveriyor…

Arkadaş’ın Mülkiye’den arkadaşları da salondaydı, sözü aldılar oyunun sonunda ve Arkadaş’ı anlattılar tanımayanlara, böylelikle kısacık bir an, yeniden ete kemiğe büründü Arkadaş, sevdasıyla, renkleriyle, nahifliğiyle… Ve ben elimde çam kolonyası kokusu -ki bu tamamen benim hissettiğim- dilimde bir şarkıyla ayrıldım salondan.

“Öyle bükük bakma bana

Çam kolonyası getirdim sana

Kokla, kokla…”