Fotoğraf: İKSV

Göründüğü Kadar Kaba Değil: Ayı

Kapatın tüm ışıkları. Tuttuğum yas derin, bir hayli kederliyim. İçim kan ağlıyor. Her yer nasıl da hazin ve dumanlı. Öyle karanlık ki etrafı göremiyorum… Bugün tam tamına 405 gün oldu onu görmeyeli. Sesini duymayalı koca bir yıldan daha fazla. Onu ne kadar özlediğimi bir bilseniz. Siz de özlediniz değil mi… onu? Unutmadıysam tam olarak şöyle başlıyordu her söze: “Sevgili seyircilerimiz, oyunumuz başlamak üzeredir. Lütfen oyundan sonra cep telefonunuzu açmayı unutmayın.” Kederli ama gözleri ışıldayan hanımefendiler ve kaba görünümlü duygularını belli edemeyen romantik beyefendiler, bir de olduğu gibi olanlar… İsterseniz gelin hep birlikte Rusya’ya gidelim ve Bayan Popova’nın evine konuk olalım. Ya da en iyisi bu sefer biz onları ağırlayalım…

Çehov’un en çok oynanan kısa oyunlarından Ayı; Moskova Oyun Yazarlığı & Yönetmenlik Merkezi ve Çehov Uluslararası Tiyatro Festivali’nin ortak yapımıyla, Vladimir Pankov yönetmenliğinde, 25. İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında, çevrim içi program dahilinde sahneleniyor. Bu sene yine, geçtiğimiz sene olduğu gibi pandemi koşullarına uyum sağlayarak çevrim içi gösterimler gerçekleştiren festivalde uluslararası yapımları da izleme olanağı buluyoruz. Tam yeri gelmişken belirteyim, pandemi döneminin tiyatrosunun krizi fırsata çeviren yönlerinden biri -hatta en büyük faydası- dünyanın dört bir yerinde sahnelenen oyunları evlerimizden izleyebilmemiz. Schaubühne, Berliner Ensemble, National Theatre gibi dünyaca ünlü tiyatrolar; bu süreçte arşivlerini açtılar -ki bu muhteşem bir şey- ve bu izleme deneyimi pek kolay yok olamayacak bir süreci başlattı. Bu sürecin Türkiye’deki ayağı olarak İKSV’nin festivallerle çok güzel ve anlamlı bir proje gerçekleştirdiğini düşünüyor ve bunun sadece festival süresiyle sınırlı kalmamasını istiyorum. Çünkü bence bu geç farkına varılan izleme deneyimi, pandeminin tiyatroya karşı yıkıcı darbesini tersine çevirmesinin yanında ufuk açıcı, çok değerli bir şey. Dünya tiyatrosunun nereye gittiğini, neler sahnelendiğini sadece yurt dışında oyun izleme imkânı olanlar değil, bizler gibi evlerinden dünyayı takip etmeye çalışan seyirciler de artık deneyime ortak olabiliyor. Bence yılın her dönemi farklı iş birlikleriyle belirli bir sürece özgü oyunları izleyebilmek harika olurdu. Hatta açılsın arşivler, yapılsın çeviriler, dönüşsün dezavantajlar avantaja, fırsat eşitliği olsun her yanda…

Heyecanımı bir kenara bırakarak oyuna tekrar döndüğümüzde bir kere her şeyden önce böyle bir sahnelemeyi izleyebildiğim için kendimi şanslı hissediyorum. Çünkü sahneleme kesinlikle ilham verici derecede esnek. Bizdeki genel Çehov sahnelemelerine baktığımızda ve benim imgelemimde kalan sahne içimizde hâlâ birer Viktor Simov’un yattığını inkar etmez. İlk dramaturgi dersi aldığım zamanı hatırlıyorum. Stanislavski ve Çehov ilk konumuzdu. (Hatta ilk okuduğum oyun Ayı idi.) Moskova Sanat Tiyatrosu’nda gerçekçiliğin atası olan bu değerli tiyatro insanları 1900’lerde oyun sahnelemelerini tasarımcı Viktor Simov’a emanet ediyorlar ve biz o zamanki anlayışı “fotoğraf gerçekçiliği” olarak ifade ediyoruz. Tipik Çehovyen tarz olarak gerçekçi ev dekoru, aksesuarları karşımıza çıkıyor. Günümüzde gelene kadar renk değişiyor, tarz değişiyor. Kimi zaman ahşap kimi zaman ferforje bir ev. Şimdi zihninizde canlanan o evi 1900’lerde bıraktık. 21. yüzyılın Rusya’sındayız. Ne masa, ne kapı, ne pencere, ne bir balkon veya küçük bir veranda var. Ortada ev yok ev. Çatı da yok, gökyüzü de. Bir bahçe var inanır mısınız ağaç yok. Birkaç kar fırtınası oluyor. Yeşil ışıklar var -bahçe izlenimi yaratmak için bence- onu inkâr etmeyeyim. Ama işte ekran karşısında bile bahçenin ortasındasınız. Üstelik nasıl bir bahçede olmak isterseniz, işte o bahçedesiniz. Bu kadar gerçekçilikten ayrık olup ama bu kadar sahici olmak ve o duyguyu hissettirmek, yer yer oyundan uzaklaşıp bakmak yer yer ortak duygularımızla oyunun merkezinde olmak… İşte bunlar görmek istediğim şeyler. Gerçekçi hisler uyandırmak, etkileyici olmak demek ne gerçek bir kapıdan ya da pencereden ya da sadece oyunculuktan geçiyor. Bazen sadece seyirciden bir basamak yüksek uzun ince platformda, tekerlekli ne olduğunu tam anlayamadığım her ortama uyum sağlayan uzun ince bir masayla ve oyuncuların ve müzisyenlerinden ellerinde bir o yana bir bu yana sallanan ışıklarla da anlatılabiliyor Çehov.

Oyunun bir başka değinmek istediğim, dikkatimi çeken tarafıysa hikâyeyi tek yönlü ve yüzeysel olarak anlatmaktansa oyunda yer alan 3 ana karakteri, ifadelerini azaltmadan bölerek anlam katmanlarını çoğaltması. Nasıl oluyor bu? Yine baştaki dramaturgi dersimize dönelim ve tahtaya büyük harflerle yazalım: “Çehov oyunları iç aksiyonla ilerler.” Dolayısıyla biz Çehov’da büyük, neden-sonuç ilişkisine dayanan, hızlı olaylar vs. görmeyiz. Hikâyeyi karakterlerin diyalogları, sıradan hayatlarına olan yaklaşımları, gelişmelere verdikleri tepkileri minik minik ama derinden ilerletir. Dersiniz ki: “Ee 10 dakikada anlatılır bu hikâye izlediğim 1 saat oldu.” Sıkmaz ama büyük olaylar da olmaz. İşte bu oyunda oyuna tempo katmak ve belki de hikâyeyi canlandırmak, sıradan olana farklı bir yerden bakmak adına sahnede sadece Smirnov ve Popova’yı görmeyiz. Smirnov’un orijinaldeki monologları sahnede diyaloglara dönüşür. Bu diyalogun karşısındaki kişi de oyunu ilk kez izlediğimde Smirnov’un iç sesi olduğunu düşündüğüm karakterdir. İkinci izleyişimde onun önemli ve oyun için hayati başka biri olduğunu anladım. Merak edin diye açıklamıyorum. Üçüncü defa izleyebilseydim acaba ne çıkarımlarda bulacaktım? Aynı şekilde Popova’nın da oyundaki herkesin kıyafetindeki gibi siyahın hâkim olduğu görüntüsünün yanı başında beyazlara bürünen bir genç kız bulunur. Onu da ilk izleyişte Popova’nın iç sesinin dışa vurumu gibi algıladım. Yalnız ikincisinde de aynı şekilde algıladım ama yine üçüncü defa izleyebilseydim belki o da başka birisini yansıtıyor gibi gelebilirdi. İşte oyunun güzelliklerinden biri bu. Normalde bu bahsettiğim iki kişi oyunun orijinalinde yer almıyor, gösterilmiyor. O yüzden kafam hâlâ karışık ama oyunun katmanlaşan yapısını umarım iyi örnekleyebilmişimdir.

Yazımın sonuna yaklaşırken sahnelemenin müzikle, sahneyle, dekorla ve aksesuarlarla harikulade bir uyumla devinimine değinmeden yazımı bitirmek istemiyorum. Hepsi müzikal bir uyum içindeydiler. Dekor, ışık aktif bir hâle geldi. Canlandı. Öyle bir kenarda süs gibi beklemedi. Tüm sahne başroldeydi. Ülkemizde de böyle tüm sahnenin bir uyum içerisinde bir hikâyeye farklı bakış açısıyla hizmet ettiğini gördüğüm oyunlarda çok heyecanlanırım. En çok da basit ama zekice işlenen oyunlarda. Umarım böyle heyecanlandığımız oyunlar bol bol olur da hep beraber yine eski günlerdeki gibi sahnelerde izleriz. Ama çevrim içini de artık hayatımızın içine alarak.

Son olarak festivalin 20 Kasım’a kadar sürdüğünü hatırlatarak sana sesleniyorum Luka. Tobi’ye yulafı çok görme. Seviyorsa herkes gitsin konuşsun bence. Atlar aç kalmasın. Perdeler hiç kapanmasın.