Yaz Tiyatro Festivalleri ve Prague Quadrennial

Hazır sezon sona ermiş, güneş tepemizde konumlanmışken bir yandan şıpıdık terlikleri soğuk suya ve kuma karışan; bir yandan da sezon içinde en merak edilen tiyatro oyunlarından oluşan programı izlemek isteyen, tiyatroseverlerin en sevdiği etkinliklerden biri yazın gerçekleşen sahil kenarlarındaki tiyatro festivalleri… Geçtiğimiz yıllarda Bergama, Ayvalık, Datça, Bozcaada, Foça gibi kıyılarda gerçekleşen tiyatro festivalleriyle bir yandan deniz ve güneşin tadını çıkarırken bir yandan gün boyu süren atölyelerde bir araya geldiğimiz akşam serinliğinde antik tiyatroların yıllanmış taşlarına yerleşerek izlediğimiz tiyatro oyunlarıyla süregelen festivallerin bu sene ne yazık ki birçoğu gerçekleşmiyor. Ekonomik nedenlerden mi yoksa şu an bilemediğim başka nedenlerden mi ötürü bilinmez bu boşluk durumunda ben de 4 yılda bir gerçekleşen performans sanatları ve mekân tasarımı festivali PQ’da çalışma olanağı buldum sene. Gelin hep beraber güneşin kavuruculuğundan uzaklaşarak Orta Avrupa’nın serin ve tarihî kenti Prag’a doğru yola çıkalım ve dünyadaki tiyatro ve performans sanatları anlayışının nereye doğru ilerlediğine bir göz atalım.

Prague Quadrennial Performance Design and Space 1967 yılında ilk kez gerçekleşmiş ve adından anlaşılacağı üzere 4 yılda bir tüm dünyadan gelen gösterilere ev sahipliği yapan, aynı zamanda sahne tasarımı, tiyatro ve performans gibi alanlarda eğitim veren üniversite öğrencilerinin enstalasyonlarına da yer veren ve alan profesyonellerinin konuşmacı olarak katıldığı paneller bulunan 11 günlük bir festival. 4 gün geçirdiğim festivalin ilk iki günü çocuk atölyesinde sonraki iki günüyse ülkeler ve bölgeler sergisinde çalışırken arta kalan zamanlarda bazı performanslara dâhil oldum ve konuşmalar izleyebildim. Hem çalıştığım hem festivali takip ettiğim hem de ilk defa gittiğim Prag’ı gezmek için baş döndürücü bir hızla her yeri görmeye çalıştığımdan sıralamada bir karmaşıklık olsa da en sade şekliyle ve gruplandırarak sizlere adeta festivaldeymişçesine bir seyir yazısı aktarabilirsem ne mutlu. İşte başlıyoruz.

1. Gün

Sabah 8 buçukta çocuk atölyesinde olacağımdan bir telaşla otelden ayrıldım ve festivalin gerçekleştiği Holesovice Market’e yürüme mesafesiyle 15 dakikada varabildim. Festivalin ana mekânı normal zamanda market olarak kullanılan kapılarında numaralandırılmış prefabrik yapılar bulunan bir kompleks. Çocuk atölyesi 29. Salondaydı ve alana geldiğim anda mini bir kaybolma yaşadımsa da önce normalde tiyatro salonu olarak kullanılan Jatka 78’e ulaşıp festival tişörtümü Ask Me rozetimi ve bilgilendirme broşürümle atölyeye ulaştım.

Festivalin bu seneki teması “Rare” yani nadir. Çocuk atölyesinin gerçekleşeceği yapıda “Sizin için rare nedir?” sorusu bizleri karşılıyordu ve hem okul gruplarıyla öğretmenleriyle gelen hem aileleriyle bireysel olarak katılan çocuklar; bu sorunun yanıtını kendilerine sunulan, boya kalemleri, artık kâğıtlar, fotoğraf negatifleri, artık renkli malzemelerle bir ürün ortaya çıkarıyorlar ve ben de diğer gönüllü arkadaşım Slovakyalı Katerina’yla beraber bu ürünleri yukarıdan aşağıya sarkan hasır iplere asıyor ve sergiliyorduk. Bu arada her vardiya esnasında festival mekânında iki gönüllü bulunuyorduk. Bu gönüllülerden biri Çekçe de bilen çoğunlukla Prag’ta yaşayan kişiler, diğeriyse benim gibi uluslararası katılımcılardan oluşuyordu. Atölyeler esnasında kendi kültürlerimize dair bolca sohbet etme olanağı bulduk. Çek arkadaşlarıma İngilizcede Hi, Çekçede Ahoj diyerek tanımladığım Türkçede onlara oldukça uzun gelen Merhaba’yı öğretebildim. Yeni arkadaşımın dediğine göre festivalin bir diğer amacı da kültürlerin buluşması.

2. Gün

Bugün değişen vardiyam sebebiyle öğleden sonra çocuk atölyesinde çalışacak olduğum için sabah saatlerini festivaldeki diğer alanları görerek geçirdim. Bunlardan ilki değişik ülkelerdeki sahne sanatları alanında eğitim gören öğrencilerin oluşturduğu enstalasyonların yer aldığı açık hava sergisiydi. Sayısını tam hatırlamamakla birlikte belki de 30 kadar ülkeden (belki daha fazla) gelen öğrencilerden her bir grup hem kendi kültürlerini tanıttıkları hem de güncel sorunlara dikkat çekmeyi başaran enstalasyonlar hazırlamışlardı. Bu ülkeler arasında Türkiye’nin yer almaması beni üzdüyse de gelecek PQ’da akademisyenlerimizle öğrencilerimizin zengin kültürümüzü yansıtan yenilikçi fikirlerinin bu alanda yer almasını umuyorum. Bu enstalasyonlardan en çok dikkatimi çekenlerden birinin fotoğrafını ekliyor ve henüz profesyonel değilken bile bu kadar yaratıcı işlerin ortaya çıkmasının; aslında insanoğluna imkân verilse, özgür bırakılan düşüncenin açığa çıkarken, motivasyonu düşürmeden, cesaretlendirerek iyi bir yönlendirme yapıldığında nasıl güzel işler ortaya çıkabileceğinin göstergesiydi.

Tam emin olmamanın mahcubiyetiyle birlikte Kanada’dan gelen öğrencilerin hazırladığı bu enstalasyonla küresel ısınma sonucu eriyen buzulların fiziksel olarak deneyimlenmesini merkeze alıyor, gerçekten üst kısımdan sular akıyordu.

Fiziksel olarak deneyimlenebilen enstalasyonların yanı sıra sahne maketlerinin, oyun kostümlerinin yer aldığı stantlar da başka ülkelerde nasıl bir oyun tasarım anlayışının olduğunu gösteriyordu.

3. Gün

Bugün profesyonel performans ve enstalasyonların yer aldığı ülkeler ve bölgeler sergisindeki görev yerme gitmeden önce bir değer festival mekânı olan National Gallery’deki foruma katılıp, 5. kattaki enstalasyonları gezme olanağı buldum. Ülkeler ve bölgeler sergisini konu başlığını daha fazla uzatmamak adına 4. gün bölümünde anlatmaya karar veriyor ve bugünü National Gallery’deki deneyimime ayırıyorum. Araştırma konumla doğrudan ilgili olan forumun; benim festivale katılmamdaki itici güç olduğunu söyleyebilirim. Yeni performans alanları, alternatif tiyatro mekânları, mekân ve sahneleme ilişkisini merkeze alan forum; bana okuldaki hocam Doç. Dr. Duygu Şener Koca’nın ilgini çekerse katılmalısın tavsiyesi üzerine, hem tezimi geliştirmek hem de dünyadaki performans mekânlarının geleceği konusundaki gelişmeleri takip etme heyecanı aşılayan bir etkinlik oldu. Çalışacak olmanın verdiği sorumlulukla sonuna kadar kalamasam da araştırmalarımdan elde ettiğim sonucun bir yansımasını yüz yüze görmek beni çok heyecanlandırdı. Dünya çok başka bir yere gidiyor değerli okuyucularım. Sizi sıkmak istememekle birlikte kısaca özetlemek gerekirse artık basit kalıpların dışına çıkmanın, başımızı çerçeve sahnenin dışına doğru uzatmamız gerektiğinin ve sahneyi ve oyuncuyu saran mekân algısının artık dört duvardan ibaret olmadığını söylemek isterim. Farklı ülkelerden seçilen konuşmacıların ve çok gururlandığım İTÜ Mimarlık Bölümünde araştırma görevlisi olan Aycan Kızılkaya’nın da sunumuyla artık sınırların eridiğini, bazen parktaki heykellerin performans alanını çevrelediğini, bazen kullanılmayan bir fabrikanın bazense akan bir nehrin doğal sınır oluşturduğunu görmüş oldum.

Forumun dışında daha çok deneyime dayalı kimi zaman da ışığın sahnenin algılanışını değiştirdiğini gösteren kimi zaman da eş zamanlı sahneleme biçimiyle sinema ve tiyatronun birbirine karıştığını ifade eden ses, görüntü, dokunma gibi birden fazla duyuya hitap eden enstalasyonlara tanık oldum.

4. Gün

Bugün yine ülkeler ve bölgeler sergisinde görevliydim ve bugün benim için festivalin son günüydü. Gelen ziyaretçilerin biletlerini kontrol etmekle ve yönünü karıştıranlara rehberlik etmekle görevliydim. Bu kez gönüllü bir görev arkadaşım olmadığından yerimden ayrılmam daha zor olsa da gönüllü koordinatörüm Valentyna kendisini bilgilendirdiğim takdirde performansları izleyebileceğimi söyleyince diğer profesyonel sergileri gezme fırsatım ve komik bir anım oldu. Çünkü bu konuşmamızın öncesinde salona doğru başımı çevirdiğimde aramda 10 metre mesafe bulunan Slovakya’nın performansı oldukça dikkatimi çekmiş, hatta performans adeta beni kendine çektiğinden bir yandan kapıyı göz ucuyla kontrol ederek performansa doğru ilerliyordum. Performans sanatçısı içinde oturduğu devasa siyah köpükten yapılmış küpü bıçakla parçalıyordu. Tam o anda göz göze geldik ve elindeki köpüğü bana uzattı ve beni performansa dahil etmek istedi. Ben adeta hipnoz olmuş gibi köpüğe uzanacakken arkamda Valentyna’nın sesi beni uyandırdı. “Eğer görev yerinden ayrılmak istiyorsan bana söylemeliydin?” sesiyle bir anda irkilince Türkçe konuşmaya başlamış, sonrasında konu tatlıya bağlanmış ve sergiyi gezme fırsatını elde etmiştim.

13, 17 ve 11 numaralı salonlarda yer alan enstalasyonlar, günde 3 defa performans gösterimlerine zemin hazırlıyorlardı. Yani hem deneyimleyip hem de enstalasyonun derdini kendi hâlinizde dinleyebiliyordunuz. Buradaki performansların da ortak noktası kendi kültürlerini yansıtmaları ve güncel sorunlara tasarım ve performans alanlarını merkeze koyarak farklı bir bakış açısı sunmalarıydı. Sonuç itibarıyla fiziksel deneyimi ön plana çıkaran enstalasyonlarda Yunanistan’ın standında istediğimiz yere, evimize kendi oyunlarının fotoğraflarından oluşan kartpostalların arkasına mesajımızı yazarak gönderdik. Ödüllü enstalasyon Finlandiya’nın Bridge’i ile mapping uygulamasıyla yağmur sesini deneyimleyerek köprüden karşıya geçtik, Estonya’nın fiziksel olarak 4 metrekarelik fakat algısal olarak sonsuz karanlık ormanında kaybolduk, Norveç’in zamanı yavaşlatan kostümlü yürüyüşüne daldık, Kanada’nın terk edilmiş bir sanatçının odasında Ibsen’le karşılaştık, Portekiz’in ışıltılı labirentinde kalbimize ışıklar saplandı ve yine maalesef ismini hatırlayamadığım bir enstalasyonlarda aynanın içine sığdırılan tiyatro oyununu izledik.

Anlatılacak daha çok anı, görülecek nice performanslar varken her güzel şeyde olduğu gibi festival ve bu yazı sona eriyordu. Bitirmeden önce size şu an kaynağını hatırlayamadığım bir anekdot paylaşmak istiyorum. Disney animasyon stüdyolarında rivayet edilir ki şöyle bir kural varmış: Yapının veya çalışma yerinin en üst katında hayalperestler çalışır ve sadece yeni çıkacak animasyonun hikâyesi üzerine çalışırlar, fikir üretirlermiş. Bir alt katta ise hayalperestlerin oluşturduğu fikirlerin realizasyonu üzerine çalışılır, nasıl gerçeğe dönüşebileceği üzerine araştırmalar ve çizimler yapılırmış. En alt kattaysa realizasyonu yapılan fikirlerin bütçesi çıkarılır ve filmin maliyeti hesaplanırmış. Ama en önemli kural bu 3 farklı alanda çalışan kişiler asla birbirleriyle konuşmazlar, eğer konuşurlarsa birbirlerinden etkilenirler ve sonucun yeteri kadar yaratıcı olmayacağını düşünürlermiş. Velhasılıkelam bizim ülkemizin pek çeşitli kodları, çok geniş ve derin bir kültürel yapısı var fakat biz bir iş üreteceğimiz zaman daha çok sonuçlarıyla ilgileniyoruz gibi geliyor bana. Ya yeteri kadar iyi olmazsa, bu oyunu sahneye koyacağım ama ya yeteri kadar seyirci gelmezse, bu kostüm kaça mal olacak, bu dekor nasıl turneye çıkacak… Bir sürü soruda kayboluyor üstüne bir de kimi zaman motivasyon düşüren eleştirilere maruz kalıyoruz. Maalesef fikirler ne kadar heyecanlandırıcı ve güçlü olursa olsun bir o kadar kırılganlar. Bunun farkında olarak sonucu düşünmekten bir türlü istediğimiz adımı atmayı hep erteliyoruz. Oysaki festivalden öğrendiğim en büyük şey şu ki: İlham al, kendi sesini dinle ve yap şu işi.

Sizleri aynanın içindeki tiyatroyla baş başa bırakarak uğurluyorum. Hep beraber nice güzel festivallerde buluşmak dileğiyle…

Uvidíme se později ! 🙂